18 Şubat 2023

Ruhlarımızın depremleri…

Büyük yıkımın ürkünç görüntüleri televizyon ekranlarında giderek "alışılmış" manzaralara dönüşürken, "ruhlarımızın depremleri"ne alışmak gittikçe zorlaşıyor. O yüzden olsa gerek, tarih boyunca, deprem sonrası yazılan şiirler, türküler, öyküler, kitaplar hep hayalgücünün sağaltıcılığına sığınmış…

2014'te 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan Soma faciası üstüne yazarken, aklıma ilk düşen, İrfan Yalçın'ın maden işçiliği tarihinde eşine az rastlanır bir devlet zorbalığını anlatan Ölümün Ağzı adlı romanı olmuştu. II. Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak'ta uygulanan "zorunlu çalışma yükümlülüğünü" anlatıyordu İrfan Yalçın; 1940'ta başlatılan, ama savaş bitmesine karşın 1947'ye kadar sürdürülen "iş mükellefiyeti"ni…

Derken, Zola'nın, 1860'larda Fransa'nın kuzeyindeki bir maden kasabasındaki tüyler ürpertici hayatı, acıları ve isyanı belleklere kazıyan Germinal'ini anımsamıştım.

Ardından, Mehmet Başaran'ın "Ağıtlara Yakın Durur Zonguldak" şiirinden dizeler geçmişti aklımdan:

"Kendimden kopar biraz da / Madenden kopardığım her parça / Önümde bir çimdik ışık / Arkamda grizu, göçük / Islak tüyleri değer vücuduma / Ölümün ve yalnızlığın / Yüreğimin sesi dağları oyar…"

Sonra, hayatlarını ve müziklerini birleştiren iki folk şarkıcısının, Peggy Seeger ile Ewan MacColl'un, 1950'lerde Kanada'nın Nova Scotia eyaletindeki Springhill maden kasabasında art arda yaşanan üç facia için yaktıkları türkü süzülmüştü belleğimden:

"Springhill kasabasında uyku tutmaz adamı, / Birden bir uğultu, sonra gümbürtüsü göçüğün, / Yer yerinden oynar, göçüp gider madenciler, / Kan ve candır bedeli kömürün, / Kan ve candır bedeli kömürün. (…) Üç gün geçti ve ışıklar gitti. / O zaman ustabaşı yerinden kalkıp dedi ki: / Artık ne su var, ne ışık, ne de bir katık, / Umut türküleri kaldı bize bir tek. (…) Sekiz gün geçti, birkaçı kurtarıldı, / Bir başına can verdi geri kalanı: / Bir mezar kazdılar ömürleri boyunca, / Bir mezar taşı için yerin iki mil altında, / Bir mezar taşı için yerin iki mil altında…"

Maden ve deprem felaketlerine uğrayanların hep ortak bir yazgısı olmuştur. Zonguldaklı madencilerin, yaşadığımız şu korkunç deprem yıkımında tüm engellemelere karşın güneydoğulu kardeşlerinin yardımına koşmaları hiç kuşkusuz bir rastlantı değil…

Adıyaman'daki arama kurtarma çalışmalarına katılan Zonguldaklı madenciler.

* * *

Şimdi de depremin ölümcül görünümlerini izlerken, aklımdan eskilerdeki ve yakın dönemlerdeki böylesi doğal afetlerin edebiyattaki, kitaplardaki yansımaları geçiyor. Bilim insanı edindiği bilimsel bilgi birikimiyle düşünür, sanatçı da hayalgücüyle. Her zaman politik olarak iktidarda olamazsınız, ama hayalgücü her zaman iktidardadır. İnsanların eylemleri baskı altına alınıp engellenebilir; ama görünmeyen şeyleri görme gücüne sahip olan hayalgücü kaçkındır, ele avuca sığmaz.

* * *

"İmparator Traianus Antiokheia'da kışlarken korkunç bir deprem meydana geldi; pek çok kent hasar gördü, ama bunların en bahtsızı Antiokheia oldu. İmparatorun kışı orada geçirdiği kent çok sayıda askerle doluydu, pek çok sivil de davalarını izlemek, iş yapmak ve gezip görmek için kente akın etmişti, o yüzden her ulustan çok sayıda insan depremde hayatını kaybetti ya da yaralandı. (…) İlk başta birden çok büyük bir kükreme duyuldu, ardından olağanüstü bir sarsıntı oldu. Tekmil yeryüzü yükseldi, yapılar havaya fırladı; bazıları havaya savrulup yıkıldı ve un ufak oldu, bazıları da dev dalgalara kapılmış gibi bir oraya bir buraya sallanıp devrildi, yıkıntılar çok geniş bir açık alana dağıldı. (…) Deprem günlerce, gecelerce sürerken insanlar dara düştüler ve umarsız kaldılar; bazıları üstlerine yıkılan yapıların altında ezilip yok oldular, bazıları da açlıktan öldüler. (…) Traianus kaldığı odanın pencerelerinden birinden kendini dışarıya attı… birkaç hafif yarayla kurtuldu; sarsıntıların sürdüğü günler boyunca hipodromda dışarıda kaldı…"

Pergamon (Bergama) ve Smyrna (İzmir) kentlerinin yöneticiliğini de yapmış olan Romalı tarihçi Dio Cassius, bundan bin dokuz yüz sekiz yıl önce, 115 yılının 13 Aralık sabahı Antiokheia'da (Antakya'da) meydana gelen depremi Roma Tarihi adlı kitabında böyle anlatıyor.

* * *

1939 Erzincan depremini hapiste yüreğinde duyan Nâzım Hikmet bir ağıt yakmış. Adı "Kara Haber":

"Erzincan'da bir kuş var / Kanadında gümüş yok / Gitti yarim gelmedi / gayrı bunda bir iş yok. / Oy dağlar dağlar, dağlar, dağlar... / Aldı ellerine kanlı başını / Karın ortasında Erzincan ağlar... / O ağlamasın da kimler ağlasın. // Kar yağar lapa lapa / tipidir gelir geçer... / Yan yana sırt üstü yatan ölüler / akşam uyur tandıramaz / ateşini yandıramaz. // Gün ağarır şafak söker / kimsecikler gitmez suya / ezilmiş başlarıyla ölüler / vardılar uyanılmaz uykuya. // Ses edip geceye beyaz taşından / kışlanın saati çaldı ikiyi. / Ne çabuk lahzada bitti yaşamak / Kimisi altı aylık, / kimisi sakalı ak, / kimi on üç, on dört yaşında; / kimi yola gidecek / kimisi mektup bekler / yan yana sırt üstü yatan ölüler... //Yayıkta yağ vardı, dövülemedi, / akpeynir torbaya koyulamadı, / hasret gitti ölüler / dünyaya doyulamadı... // Uyanıp kaçamadılar, / kuş olup uçamadılar / açıldı kuyular kimse inemez / Erzincan Beygiri rahvandır amma / ölüler ata binemez / yan yana sırt üstü yatan ölüler..."

Sonra da, "Kesemden verecek şeyim yok; yüreğimden verdim," deyivermiş…

* * *

Haruki Murakami'nin 1995'teki Kobe depreminin ardından yazdığı Depremden Sonra adlı yapıtındaki öykülerde, depremin yankılanıp durduğu bir ortamda hayalgücü alır başını gider. Yıllardır bir adamdan nefret eden Satsuki, depreme intikam duygusunun mu yol açtığını düşünmeden edemez… Ailesini Kobe'de bırakan Miyake, kilometrelerce uzaktaki bir kumsalda geceyarısı ateşleri yakar… On dört yaşındaki Sala, Deprem Adam'ın onu küçük bir kutuya sokmaya çalıştığı karabasanlar görür… Katagari, evine döndüğünde, Tokyo'yu dev bir solucandan kurtarmayı üstlenmiş kocaman bir kurbağayla karşılaşır. Kurbağa, "Bu solucan kızdı mı deprem yaratıyor," der, "ve şu anda çok, ama çok kızgın." Bu öykülerde deprem ikincil bir konumda gibidir, ama kitap boyunca artçı sarsıntılar gibi durmadan yinelenir:

"Un ufak olmuş bankalardan ve hastanelerden, alev almış dükkânlardan, parçalanıp ayrılmış demir yollarından ve otobanlardan gözünü alamıyordu. Tek bir söz söylemiyordu. Sedirin yastıklarına gömülmüş, suspus olmuştu. Komura ona bir şey söylediğinde yanıt vermedi. Başıyla bile evet ya da hayır demedi. Komura, sesinin ona ulaşıp ulaşmadığını bile anlayamadı…"

* * *

Bugünlerde elimde iki kitap var, okuyup duruyorum. Biri, Kadir Yüksel'in hazırladığı Fay Boşluğu: Türk Yazınından Deprem Öyküleri (AlakargaGüncel); biri de, PEN Yazarlar Derneği'nin derlediği, seksen iki yazarın ürün ve yazılarının yer aldığı Ay Sallanıyor (Cumhuriyet Kitapları). İkisi de 1999 Marmara Depremi'nin ardından yayımlanmış.

Fay Boşluğu kitabını hazırlayan şair, öykücü, oyun yazarı Kadir Yüksel, İzmit doğumlu ve Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü'nde öğretim görevlisi. "Yaşananların unutulmaması için…" demiş Yüksel. "O geceyi yaşayan, ama o geceden sonra yaşamayanların anısına…"

Yüksel, depremi yaşayanlardan biri:

"O gece, ömrümde bir daha yaşamak istemediğim bir gece yaşadım. Sağ salim inebilmiştik evimizden; ama tanıdıklarımız, arkadaşlarımız, akrabalarımız vardı sağ salim olmayan. Sabaha karşı ardı ardına kötü haberler gelmeye başladı. Ne yana koşacağımızı şaşırdık. Daha kendimiz atlatamamıştık ki şoku. Enkazların başında günler geçirdik; arkadaşlarımızı, akrabalarımızı alelacele toprağa vermek zorunda kaldık. Tüpraş patladı patlayacak korkusuyla kentimizden uzaklaştık…"

Yüksel, kitabın başındaki "Faya Alışmak" başlıklı yazısında isyan ediyor:

"O büyük Gölcük depreminden sonra beni en çok irkilten söz 'depremle yaşamaya alışmalıyız' sözü oldu. Ne kadar alışkanlıklar canlısı bir toplumuz. Neye alışacağız? Depreme! Faya! Hadi, alışalım… Çürük binalar yapanları bir yana bırakalım, sarsıntılara alışalım… Deprem öldürmez bina öldürür derler, biz alışalım; binalarımızın çürük olup olmadığı konusunda yazı tura atalım… Depremle yaşamaya alışalım; her şeyi tevekkülle karşılayalım, sakın kılımızı bile kıpırdatmayalım… Çare düşünmeyelim, alışalım yeter ki… Acılı insanların üzerinden vurgun vuranlar olabilir, biz alışmanın peşini bırakmayalım… Sayfalarca uzatabiliriz alışacağımız şeyleri. En önemlisi de, ruhlarımızın depremlerine alışmak. Alışalım; depreme, temelin çürüğüne, hele hele insanın çürüğüne…"

Kitapta Ömer Seyfettin'den Halikarnas Balıkçısı'na, Nezihe Meriç'ten Tomris Uyar'a, Orhan Duru'dan Bilge Karasu'ya, Necati Tosuner'e pek çok yazarımızın öyküleri var. Ama ben Aziz Nesin'in 1973'te yayımlanan Hayvan Deyip de Geçme adlı yapıtından alınan "Cankurtaran Köpek" adlı öyküyü okurken, günümüzün büyük deprem yıkımında insanların kurtarılmasına yardımcı olan köpekleri ve kurtarma ekiplerinin yıkıntılar altından özenle çıkardıkları o güzel köpeğin bakışlarını hatırladım.

Aziz Nesin'in öyküsünde, bir adam komşusunun üstüne kürekle yürüyünce mahkemelik olurlar. Yargıç, davalıya, "Niçin komşuna kürekle saldırdın?" diye sorunca, davalı, "O da benim köpeğimi yaralamıştı," diye yanıt verir. Yargıç bu kez, "Hiç bir köpek için insan komşusuyla kavga eder mi?" diye sorunca, adam, "O köpek bildiğiniz köpeklerden değildir," der ve anlatır:

"İkinci çocuğum daha iki aylıktı. Çocuk beşiğinde uyur, köpek de onun yanından hiç ayrılmazdı. Bir yaz sabahı ben yatakta gazete okurken, karım ağlayarak beşikle birlikte çocuğun yok olduğunu söyledi. Evin her yanını aradık, yoktu… Bahçeye çıkınca bir de baktık, beşik bahçede, köpek de yanında… Çocuk beşiğin içinde uyuyor.

Beşiği alıp içeri getirdik. Ama o gece, köpek yine içinde çocukla beşiği bahçeye taşıdı. Köpeği dövüp dışarı attık. Kapıyı da kapadık. Hava sıcak olduğundan pencere açıktı. Gece bir gürültüyle uyandık. Bir de baktık, açık pencereden eve giren köpek, beşikle birlikte içindeki çocuğu dışarı çıkarmaya çalışıyor. Köpeği yine dövüp attık dışarıya.

Sabaha karşı korkunç bir gürültü oldu. Sanki yer yerinden oynadı. Kendimden geçmiştim. Aradan nice zaman geçti, bilemiyorum. Kendime geldiğimde yıkıntılar arasında yer altındaydım. Yaralı olduğumu anladım. Saatlerce orada kaldım. Havasızlıktan boğulacak gibi oldum. Yukarıdan tıkırtılar, sesler gelmeye başladı. Sanki birisi eliyle üstümdekileri eşeliyordu. Köpeğimin iniltilerini duyuyordum. Bir delik açıldı, ışık geldi, hava geldi. O delikten köpeğimin ayağı göründü. Onun yardımıyla o yıkıntıdan çıkıp kurtuldum.

Çıkınca köpek beni bırakmadı. Dişleriyle paçamdan çekiştirerek bir yere götürdü. Orada inleyip, devinip duruyordu. Gösterdiği yeri eşeleyip kazdım. Oradan da kızımı çıkarıp kurtardım. O büyük depremde kimsenin kimseye yardım edecek durumu yoktu. Köpeğimin yardımıyla kızımı da, annemi de toprağın altından sağ çıkardım.

Bu kez küçük çocuğu aramaya başladık. Köpek de ortadan kaybolmuştu. Yıkıntıların arasında çocuğu bulamadık. Bahçeye çıktık, beşik orda… Köpek de yanında. Çocuğum da beşiğin içinde… Demek, depremden önce çocuğumu dışarı çıkarmış.

Büyük depremde ailemizi sağlıkla kurtaran bu köpektir. O günden sonra köpeğimizi soframıza aldık, onu hiç ayırmadık. Komşum, işte bu köpeği öldürmek istedi. Ben de köpeğimi kurtarmak için kürekle üstüne yürüdüm…"

Aziz Nesin'in öyküsündeki büyük deprem, 1948'de Sovyetler Birliği döneminde Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat ve dolaylarında meydana gelen 7.3 şiddetindeki deprem. O dönem uygulanan sansür yüzünden depremin yol açtığı yıkım ve kayıplar ancak kırk yıl sonra, 1988'de öğrenilebilmiş, 110 bin kişinin yaşamını yitirdiği ortaya çıkmıştı.

* * *

PEN Yazarlar Derneği'nin Ay Sallanıyor adlı deprem kitabında çok sayıda yazı, şiir, öykü yer alıyor. Dönemin PEN Yazarlar Derneği Başkanı Alpay Kabacalı, sunuş yazısında, "Doğanın acımasızlığı deyip katlanabilirdik belki…" diyor. "Ama tümüyle doğanın yol açtığı bir felaket değildi bu; beklenen bir felaketti. Gelmiş geçmiş iktidarlar, yerel yönetimler, sorumlu kurum ve kuruluşlar en küçük bir önlem bile almamışlardı. Olup bitenlerden sorumluydular. İnsan yaşamını hiçe sayan paragöz yapsatçılar, felaketin boyutlarını alabildiğine büyütmüşlerdi. Ve itiraf etmek gerekir, hepimiz sorumluyduk. (…) Buna karşılık, siyasetçilerin ve 'kamu görevlisi' sıfatını taşıyan doğrudan sorumluların deprem sonrasındaki utanç verici tutum ve davranışları karşısında kahrolmamak elde değildi…"

Ay Sallanıyor'da, Gürsel Aytaç, "Büyük tabiat olaylarını Tanrı'nın gazabı saymak, insanlara yönelttiği bir uyarı, bir ceza olarak görmek, insanlık tarihi kadar eski bir eğilim," diyor. "Tarihte güneş tutulmasını bu türlü yorumlayıp savaşkes ilan edilişini bile biliriz. Körfez depreminin bu türlü algılanışını, hem maneviyatçı yazarlar, hem de fizik töresine yatkın mizaçlı kişiler günlük sohbetlerinde gösteriyor. Rasyonalist, aydınlanmacı görüşlerin yazılarında ve konuşmalarında ise eleştiri boyutu egemen. Onlar depreme dayanıksız bina inşaatçılarını, denetim görevini gerçekleştiremeyen yetkilileri, bütün bu olanların suçlusu ve çıkarcılığı, rüşveti ve devlet mekanizmasındaki kofluğu kıyasıya eleştiriyorlar…"

* * *

Çeyrek yüzyıla yakın bir süre önce, Marmara depreminden hemen sonra yayımlanan Ay Sallanıyor'da Kabacalı ve Aytaç'ın yazdıkları, onca zaman geçmesine karşın bugünkü büyük felaketten sonra da yazılabilirdi. Bu ülkede "önlem" almak şöyle dursun, "artlam" bile alınmıyor…

Fay Boşluğu ve Ay Sallanıyor adlı bu kitaplar keşke bugün hemen yeniden yayımlanabilse…

* * *

ABD'li düşünür Ralph Waldo Emerson, "Depremin ertesi sabahı jeoloji öğreniriz," demiş. Nerdeee!"

Celal Üster kimdir?

Celal Üster, İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödülü'ne değer görüldü. Aralarında Yeni Dergi, Aries, Sözcükler ve Notos'un da bulunduğu birçok dergide çevirileri yayımlandı.

Belgelerle Türk Eczacılığı, National Geographic Fotoğraflarıyla İstanbul, Metropolis: Ana Tanrıça Kenti, Unforgettable/Unutulmaz Dizisi, Ortak Kültürel Miras: Birlik İçinde Çokluk gibi kitapları yayına hazırladı.

Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Kültür Editörlüğü'nü, ilk yayımlandığı yıllarda Cumhuriyet Kitap'ın, 1996-2005 arasında P Dünya Sanatı Dergisi'nin, 2003-2008 arasında Can Yayınları'nın yayın yönetmenliğini üstlendi. “Yeryüzü Kitaplığı” yazılarını Radikal Kitap'tan sonra Cumhuriyet Kitap'ta sürdürdü.

Robert Louis StevensonH. G. Wells, Jaroslav HašekJames JoyceLiam O'FlahertyGeorge OrwellJuan RulfoIris MurdochRoald DahlJorge Luis BorgesJohn Berger gibi yazarların yapıtlarının yanı sıra Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'su ve Lenin'in Devlet ve Devrim'i gibi Marksist klasikleri dilimize kazandırdı.

Ünlü yazarlardan özlü sözleri Sözün Özü, eski ozanlardan aşk şiirlerini Aşk Olsun! adlı kitaplarda bir araya getirdi. İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları adlı bir antoloji hazırladı. Körün Taşı ve Bir 'Çevirgen'in Notları adlı kitapları yayımlandı.

Yazarın Diğer Yazıları

"Vahşiler" ve "uygarlar"

Peru Amazonu'nun Yerli halkları "uygarlık"tan mustarip. Yüzyıllardır çekmedikleri kalmadı. Şimdi de doymak bilmez kereste tacirleri yüzünden Mashco Piru'lar yerlerinden oluyorlar

Gulyabani İngilizcede

Edebiyatımızın en ayrıksı yazarlarından Hüseyin Rahmi'nin Gulyabani'si Hande Eagle tarafından İngilizceye çevrildi. Eagle, Türkiye'de bile sadeleştirilerek yayımlanabilen bu romanı yabancı bir dile aktarmanın zorluklarını fazlasıyla aşmış

Benim deniz fenerim

Edgü, bir seferinde, "Sait Faik benim deniz fenerim," demişti. Ferit Edgü Gemisi, o fenerin ışığında, edebiyatın derin sularında kayalıklara çarpmadan seyretti. Yoksa Edgü ne Sait Faik'e benzer, ne de kuşağının yazarlarına. Başından sonuna kendi edebiyatını kurdu, üstünkörü, gelgeç beğenileri umursamadı, bütünüyle kendine özgü kaldı

"
"