HDP yüzde 10 barajını gözüne kestirip parti olarak seçime girme niyetini açıklayınca yeni bir 'Kürt Mehmet vakası' çıktı karşımıza. Bu sefer 'görev', Cumhuriyet ve parlamenter sistem nöbeti!
Sanık gazeteci "bölücülük"ten yargılanırken yazısında yer alan "Güney Kürdistan" adlandırmasına karşı hakim sordu:
"İyi evladım 'Güney Kürdistan' demişsin de, bunun kuzeyi neresi?"
Bu sorunun yanıtını doğru olarak verince cezayı yiyordun.
Yani böyle durumda bir doğru, bir beraati götürüyordu bir zamanlar.
Bugün Türkiye'de egemen siyasi partilere göre "Kuzey Irak" olan Kürt siyasal hareketine göre "Güney Kürdistan"dır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a göre "Kuzey Suriye" olan, Kürt siyasal hareketi için "Rojava"ydı. Zaten Ayn el Arap, Erdoğan için ancak IŞİD püskürtülünce Kobane oldu. Oysa Kürtler için hep Kobane'ydi.
Vahşi IŞİD çeteleri için ise hiç Kobane olmadı. Ayn el Arap'tı, birkaç mahallesini alınca "Ayn el İslam" yaptılar, şimdi de adını herhalde "Ayn el Şehit" ya da "Ayn el Hüsran" koymuşlardır.
İktidar partisi AKP için de muhalefet partileri CHP ve MHP için de "Güney Kürdistan", "Kuzey Irak"tır, "Rojava" da "Kuzey Suriye". CHP'nin tümünün günahını almayayım ama "ulusalcılar", Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi pek bayılırlar Kobane'ye "Ayn el Arap" demeye.
Yani demem o ki Kürt Siyasi Hareketi ile Türkiye'nin siyasal hareketine yön veren diğer partiler arasında bırakın anlayışı, dil bile, coğrafik bölgelerin adlandırılması bile bu kadar farklılaşmıştır.
Bölücülükten parlamenter sistem bekçiliğine
İçinde bulunduğumuz süreçte yeni bir farklılaşmayla karşı karşıyayız.
Özellikle düne kadar Kürtlere "dağda kart kurt eden Türkler" diye bakanlar, bugün de "Bu Kürtler memleketin bir parçasını alıp gitmek istiyorlar" diye düşünenler büyük bir telaşın içinde.
Bunun sebebi; Kürt siyasal hareketinin, bugün kaçıncısı olduğunu saya saya sayısını şaşırdığım partisi HDP'nin seçimlere artık parti olarak gireceğini açıklaması.
Özellikle ideolojik kaynakları "ulusalcı"lıktan beslenen bazı siyasi anlayış sahipleri başladılar salvoya:
"Apo İmralı'da Erdoğan ile anlaştı. Barajı aşamayacağını bile bile HDP'yi parti olarak seçime sokacak, bölgedeki milletvekillerinin hepsini kazanacak olan AKP, anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu ele geçirip başkanlık sistemini getirecek. Bu da Türkiye Cumhuriyeti'nin sonu olacak. Parlamenter sistem yok olacak, yerine padişahlık gibi başkanlık sistemi gelecek."
Bu iddiaya göre Kürtler, parti olarak seçime katılarak Erdoğan'ın padişah olmasına, parlamenter sistemin ortadan kaldırılıp Cumhuriyet'in ruhuna fatiha okunmasına sebep olacaklar.
Bu mantığı yürütenler acaba şu soruyu yanıtlamak ihtiyacını da hissederler mi:
"Madem Kürt siyasal hareketi Erdoğan ile anlaştı, o zaman girer Meclis'e, oyunu verir, getirir başkanlık sistemini. Milletvekilliklerini AKP'ye bırakarak da elindeki pazarlık gücünden vazgeçmemiş olur. Müzakere masasında alabileceğinin en fazlasını talep etme şansını korur. Kim pazarlık ya da düello yapmak için silahını önce karşısındakine teslim eder?"
Elbette bu ortamda Kürtlere akıl vermeye kalkan, iyi niyetli olan ya da "milleti hakime" anlayışıyla tepeden bakarak akıl vermeye kalkanlar da yok değil:
"Siz yine seçime bağımsız olarak girip 30-35 milletvekili çıkarın da Tayyip tek başına Cumhuriyet'i yıkacak, padişahlığını ilan edecek güce kavuşmasın."
Bu yaklaşımdan anlaşılan o ki; Cumhuriyet'i ve parlamenter sistemi korumak, 70 yıldır varlıkları kabul edilmeyen, kanı pahasına varlıklarını kanıtlayınca da "bu memleketi bölecekler" kuşkusuyla bakılan Kürtlerin elindeymiş.!
'Bu neyin kafası?'
Şimdi meselenin bu noktasında bir dizi sorunun yanıtını vermek gerekiyor.
Kim kendinde ne hakla HDP'ye "Sen seçime parti olarak gir" ya da "Hayır, sakın parti olarak girme, bağımsız adaylarla gir" deme hakkını görüyor?
Bu, Kürt siyasal hareketinin kendi dinamikleriyle karar vereceği ve uygulamaya koyacağı bir konudur ve en doğal da hakkıdır.
İster barajı bugüne kadar var olan kurulu sistemin üzerine yıkmak için parti olarak seçime girer, isterse böyle bir amacı gerçekleştirmenin zorlukları önüne çıkar, vazgeçer, bağımsız adaylarla girer.
Zaten böyle bir süreçten en az sorumlu olan parlamentodaki tek parti HDP'dir.
Örneğin CHP 1999 seçimlerinde yüzde 8,7 oy alıp barajın altında kalkınca kendisine kimse "Aman sakın parti olarak seçime girme, bağımsız adaylarla gir" dedi mi?
Elbette ki hayır. Kimsenin de bir partiye dışarıdan böyle bir şey deme hakkı yoktu.
Ya da 2002 seçimlerinde MHP yüzde 8,3; DYP 9,5 oyla barajın altında kalınca kim engellemeye kalktı ki onların bir dahaki seçime parti olarak girmelerini?
Öneren çıktı mı bağımsız aday göstermelerini?
Peki şimdi neden Cumhurbaşkanlığı oylamasında yüzde 9,7 oy alan HDP'ye "Aman seçime parti olarak katılma, bağımsız adaylarla gir" ya da "Demek ki parti olarak giriyorsun, o zaman sen Erdoğan'la anlaştın" deniliyor?
Yani, günümüz moda deyişiyle sorarsak "Neyin kafası bu?"
Herhalde Osmanlı'dan kalan "egemen ulus küstahlığı"ndan bir türlü gerçek Cumhuriyet'e geçememiş kafa olmalı karşımızdaki.
Syriza'nın açtığı kapı
İlginç bir rastlantı da oldu aslında.
Önce HDP'nin parti olarak seçime katılacağına ilişkin projesi atıldı ortaya, ardından Yunanistan'da SYRİZA'nın zaferi geldi.
Unutmamak lazım ki 2004 seçimlerinde SYRİZA'nın "öncülü" olan Synaspismos yüzde 3,3 oy almıştı ancak. Bu hareketin 2007'deki oyu yüzde 5 oldu ancak. Hatta 2009 seçimlerinde yüzde 4,6'ya kadar düştü. Ama 2012'de yüzde 16,8; hemen arkasından yapılan erken seçimde de yüzde 26,9 oy aldı. Şimdi de yüzde 36'nın üzerinde bir oyla iktidarın büyük ortağını kazandı.
1999'da Murat Bozlak liderliğinde seçime giren HADEP yüzde 4,75 oy almıştı.
Hatırlatalım ki Deniz Baykal'la seçime giren CHP'nin oyu da 8,7 olmuştu.
2002'de bu kez partinin adı DEHAP'tı ve aldığı oy 4,2'ye düşmüştü.
2011'de Kürt siyasal hareketi bağımsız adaylarla girdiğinde bu kez yüzde 6,5'u yakaladı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Selahattin Demirtaş'la HDY yüzde 9,76'ya çıktı.
Özellikle "sol" cenahta herkes kendinden bir SYRİZA çıkarmaya çalışıyor ya, şimdi HDP "Benim neyim eksik?" diye sorsa haksız mı olur.
Elbette, bu kadar bölünmüş bir toplumdan, siyasetin böylesine sertleştiği süreçlerden Türkiye'de bir SYRİZA beklemek haksızlık. Elbette Birleşik Haziran Hareketi de, bu hareketin en büyük katılımcılarından ÖDP de, bazı milletvekilleri BHH içinde olan CHP'nin evrensel sosyal demokrasi ilkelerini savunan üyeleri de, HDP de bugün yaşadığımız süreçte kendilerini "Türkiye'nin SYRİZA'sı" olarak görebilirler.
Kimin "Türkiye'nin SYRİZA'sı" olacağını süreç gösterecek.
Belki Yunanistan'daki gibi yapıp hep birlikte SYRİZA olurlar!
Kuzey Kürdistan'a da başkanlık gelir mi?
Ancak bütün bu tartışmalar şunu gösteriyor ki, eğer HDP barajın altında kalırsa, hem bağımsız olarak elde edebileceği en az 35 milletvekilinden, hem de barajı aşması halinde kazanabileceği 50-70 milletvekilliğinden olacak.
Bu milletvekilliklerinin de belki birkaç tanesi CHP'nin olacak, ama geri kalanı AKP'nin hanesine yazılacak.
İyi ama, diyelim ki yüzde 30 oyla Diyarbakır'ın 15, yüzde 10 oyla Hakkari'nin üç milletvekilliğinin tümünü birden kazanacak olan AKP, neredeyse "oy hırsızlığı"ndan "oy gaspı"na dönüşecek olan bu yüzde 10 barajı sayesinde Türkiye'ye "padişahlık gibi başkanlık sistemi" getirince "Kuzey Kürdistan"a da başkanlık sistemi getirmiş olacak mı?
Ama bu tespit bile başka olguları gösteriyor aslında.
Birincisi, eğer HDP barajı aşarsa, AKP ne tek başına "padişah gibi başkanlık" sistemini getirebilecek, ne de anayasa değişikliğini referanduma götürebilecek.
Yani, AKP'nin gücü HDP'nin başarısıyla ters orantılı olacak.
İkincisi de kimse CHP'den ya da MHP'den bu seçimde fazladan bir başarı beklemiyor, Erdoğan'ın karşısında Cumhuriyet'i ve parlamenter sistemi korumanın "kilit taşı" olarak HDP'yi görüyor.
Yani Cumhuriyet'in "bekası" (Bekaa'sı değil), parlamenter sistemin geleceği, aynı yapının neredeyse ilk 70 yılında yok saydığı, inkar ettiği, asimile etmek istediği Kürtlere emanet!
Anlaşıldı ki yeni bir "alavere, dalavere, Kürt Mehmet nöbete!" vakasıyla karşı karşıyayız.
O zaman Kürt arkadaşlarımıza destek verelim.
Hep beraber yüksek sesle söyleyelim:
"Muhtaç olduğun kudret..."
(*) "T.C." (noktalı) ile "TC" (noktasız) yazımı arasındaki tartışma, içinde bulunduğumuz vahim durumu gösterme açısından ilginçtir. TDK, bütün kısaltmalarda nokta işaretini kaldırmıştır. Ancak bazı "uzmanlar" bu kısaltmadan TC'nin ayrı tutulması gerektiği görüşündeler. Çünkü onlara göre "tece" demek Türkiye Cumhuriyeti'ne bir hakaret anlamına geliyor. Bu yüzden, tüm kısaltmalarda noktalar kaldırılmış olsa bile, bu "uzmanlar", "TC"nin, "T.C." diye yazılarak "Türkiye Cumhuriyeti" şeklinde okunmasını, bir hakaret vurgusundan kurtulmanın yolu olarak görüyorlar. Ben de başlıkta ve yazının içinde "noktalı" olanı tercih ederek "T.C." diye yazdım, çünkü kastettiğim tam da "Türkiye Cumhuriyeti"ydi.