Bölünme korkusundan, kendi hayatına bile sırtını dönüp "demokratik özerkliği" ağzına alanı susturuyorsun "Ben bu ülkeyi böldürmem" diye. Oysa sen bölüneli çok olmuş, ne yazık ki bunun farkında değilsin. Bir farkına varsan da, esas ezenle ezilenin, zenginle yoksulun bu ülkede nasıl bir bölünmüşlük yarattığını konuşsak.
"Demokratik özerklik" sözünü duyunca yerinden zıplıyorsun hemen, "Yoksa bölünüyor muyuz?" diye.
Zaten bölünmüşsün, farkında değil misin?
1925'te Şeyh Sait İsyanı çıktığında, Takriri Sükun Kanunu kabul edildiğinde, İstiklal Mahkemeleri kurulduğunda çoktan bölünmüştün.
1938'de Dersim'de binlerce insan süngülenirken, kendi ülke topraklarını kendi uçaklarınla bombalarken, sağ kalanları Türkiye'nin batısındaki kentlere sürgüne gönderirken hala bölünmemiş mi sanıyordun kendini?
Bombalayan uçaklarından birini kullanan pilotun adını ülkenin en büyük havaalanına verince bu bölünmüşlüğü önleyip milleti bütünleştireceğini mi sandın yoksa?
"Türküm" demesine ya da dememesine göre insanların en azından "mutlu" ve "mutsuz" olmak üzere ikiye bölündüğünü de görmedin herhalde.
Görmedin ki, bu sözün üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçtikten sonra bile Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyanın bütün dağlarını, taşlarını, zafer taklarını, ana caddelerini donattın "Ne mutlu Türküm diyene"yle.
"Kürt yoktur, onlar Dağ Türkleri'dir, dağda soğuktan sertleşen karın üzerinde yürürken 'kart, kurt' sesleri çıktığı için onlara 'Kürt' denmiştir" tezini topluma "dünyanın en bilimsel buluşu" olarak dayattığında zaten bölünmüştün "Ova Türkleri" ve "Dağ Türkleri" olarak.
Herhalde Çin'ce yasaklandı!
"Kürt yok"tu ama çarşıya pazara ürününü satmak için inen ve Kürtçe'den başka bir dil bilmeyen köylülerin "ağzından kaçırdığı" her Kürtçe sözcüğe zabıta ve jandarma marifetiyle 25 kuruş para cezası kestiğinde sen çoktan bölünmüştün.
Yatılı bölge okullarında uygulanan asimilasyon politikası da, bütün ülke çocuklarının her sabah "Türküm, doğruyum" diye güne başlaması da kuşkulandırmadı seni.
1970'li yıllarda "temsili Kürtlerin" yaşadığı çadırlar basılarak yapılan askeri tatbikatlar da bir fikir vermedi demek ki sana bölünmüşlüğün konusunda.
12 Eylül darbesini yapanların "Türkçe'den başka dillerin konuşması hakkında kanun" çıkartırken, yani "Kürtçe" demeden Kürtçeyi yasaklarken sen herhalde İngilizce, Almanca ya da Çince konuşmanın, yazmanın engellendiğini sanıyordun.
Bu ülkede yıllarca silah ya da uyuşturucu kaçakçılığı yapar gibi Kürtçe şarkı kasetleri gizliden gizliden satıldığında da fark etmedin bu büyük bölünmeyi.
"Kürtlerin cehennemi" olan Diyarbakır Cezaevinin duvarlarına "Türkçe konuş, çok konuş" diye yazılırken de aklına gelmedi "Bu insanlar nece konuşuyorlar da az konuşuyorlar?" sorusu.
Diyarbakır Cezaevi'ne giden annelerin başka bir dil bilmediği için kullandıkları her Kürtçe sözcüğe karşılık asker-gardiyanların sırtına iğne batırdığını da duymadın muhtemelen.
Görünmeyen duvarlar bölmüş aslında
Bir dönem bütün bir ülkede kimlik kontrollerinin insanların adları ya da fotoğrafları üzerinden değil de doğum yerlerine göre yapıldığına da hiç tanık olmadın.
Binlerce köy ve mezra yakılıp yıkılıp milyonlarca insanın değil yataksız yorgansız, yalınayak "gidebileceği yere kadar" sürgüne gönderildiğinden de haberin olmadı.
Sadece kendi kendine sordun "Nereden geldi bu Kürtler?" diye.
Köylerden sonra ilçeler, şehirler bombalanırken, yakılıp yıkılırken de hala "tasada, kıvançta, kederde" ortak mıydın?
Bulgaristan'dan kaçan Türklere kapılarını sonuna kadar açıp bankalardaki yardım hesaplarını televizyon kanallarından bangır bangır duyuran devlet anlayışının, iş Saddam'ın kimyasal silahından kaçan Kürtlere gelince, yardım hesabı açanlara "bölücülük"ten dava açtığını da duymadın muhtemelen.
Binlerce Kürt genci geleceklerini arkalarında bırakıp ölümüne dağa çıkarken de fark etmedin bu bölünmüşlüğü.
"Faili malum" cinayetlerle Kürtlerin yaşadığı kentlerin kaldırımlarını "aile kabristanı"na; ülkenin dağını taşını, kuyularını, kuytularını "toplu mezarlığa" dönüştüren "bir resmi organizasyon"u da duymadın.
Roboski'de kendi yurttaşlarını bombalayıp onlarcasını öldüren devletin bugüne dek tek bir sorumluyu bile yargı önüne çıkartmadığını da görmedin.
IŞİD çetelerinden kaçan on binlerce insan sadece bu ülkede yaşayan Kürtlerin derdi olurken, yani bu ülkede Kürtlerle Türkler arasına görünmeyen, bu yüzden de daha çok tosladığımız bir duvar örülürken de fark etmedin bu ülkenin zaten bölündüğünü.
O yüzden bugüne dek bölünmekten korkacak, endişe duyacak bir veri yoktu da elinde, bugün "demokratik özerklik" lafını duyunca yerinden zıplıyorsun, "Kürtler bu ülkeyi bölecekler" diye.
İzmir'in özerk olmasını istemez misin?
"Özerklik" denilince insanların kendi hayatları hakkında daha dolaysız karar verme, kendi hayatlarına ilişkin kararlara daha dolaysız katılım olarak değil de "Kürtlerin bu ülkeyi bölmesi" olarak görenlere güzel bir yanıtı var HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın.
İzmir'in usta gazetecilerinden, çok eski dostum Gönül Soyoğlu, egedesonsoz.com için soruyor Demirtaş'a:
"Yerel yönetimlerde özerkliği, bir kısmımız bölünme olarak görüyor. Bu nedenle konuyu açalım. Böyle bir durumda, İzmir ne olacak? İzmir’de yaşayan Kürtler ne olacak?"
Soruyu yanıtlarken; eğitim ve sağlık hizmetlerinin yerel yönetimlerde olduğu, azınlıklara kontenjan ayrılan daha renkli yerel meclislerin oluşturduğu, talebi olan insanların çocuklarına ana dilde eğitim verilen, ama ortak dilin Türkçe olduğu, herkesin kendi kültürünü özgürce yaşayabildiği bir model üzerinden yanıtlıyor Demirtaş soruyu:
"İzmir’de yaşayan Kürt, kendini yabancı hissetmeyecek. 'Burası benim vatanım' diyecek. Ben burada kendi anadilimde eğitim alıyorum. Burada yaşayan Türk, Kürt’ten korkmayacak, ülkeyi böler mi' korkusu olmayacak. Çünkü ülke zaten onun. Şimdi o zaman İzmir’deki Kürt neden ülkeyi bölmek istesin? Her şeyi var. Dili var, kültürü var, işi var, gücü var, inkar edilmiyor, hor görülmüyor. 'Burası senin vatanındır' diyor İzmirliler. Arap’a da bunu söylüyor, Boşnak’a da bunu söylemiş oluyor. Yerelde üretilecek her hizmet, denetime daha açıktır. Büyükşehir Belediyesi, gidersiniz gerekirse protesto edersiniz, yanlış yapıyorsunuz, diye hesap sorarsın. Yanlış yapmaya devam ediyorsa ilk seçim gelir, oy vermezsin indirirsin. Ama şimdi Ankara’daki hükümet yanlış üstüne yanlış da yapsa indirecek gücün yok. İşte yerel özerklik dediğimiz budur. Avrupa bunu uzun yıllardır uyguluyor. O olmazsa insanların aklında sürekli kendi devletini kurma fikri canlı kalır."
Özerkliği tartışamıyoruz bile
Soyoğul, bu söyleşisiyle ilgili olarak yazdığı yorumda, "özerklik" konusunu hele İzmir'de dile getirmenin nasıl da riskli olduğunu anlattıktan sonra soruyor:
"Yerel yönetimlerde özerkliği doğrudan ‘bölünme’ olarak algılayıp doğrudan reddetmek, bunun sadece Kürt tarafına yarayacağını var saymak, ne kadar doğru?"
Anlayacağın üzere, sen zaten bölünmüşsün de farkında değilsin.
O kadar değilsin ki, Galatasaray'ın karşısına çıkan takımın Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor mu yoksa Amedspor mu olduğunu sorgulamadan, "Neden İstiklal Marşı ıslıklandı ki?" soruna yanıt bulmaya kalkıyorsun.
"Özerklik" denilince dört bir yanını saran şu iptidai "bölünme" paranoyasından bir kurtulsan da, gelir dağılımı dünyanın en kötü ülkelerinin başında gelen, zenginle yoksul arasındaki uçurumun her geçen gün büyük bir felakete dönüştüğünü konuşsak.
Nerede "kederde, tasada, kıvançta ortak" millet, başka memleketlere mi göçtü, diye sorsak.
Konuşsak da, gelir adaletsizliği arttıkça zenginle yoksul, demokratik hak ve özgürlükler budandıkça ezenle ezilen arasında bu ülkenin nasıl bölündüğünü bir görsek.