Cüneyt Cebenoyan*
Birkaç yıl İKSV Caz Festivali danışmanlığı yaptım. İnsanlar haklı olarak beni caz üzerine bir otorite zannederlerdi. Oysa benim merakım rock müziğine yönelikti, caza değil. Festivalin de hatırı sayılır sayıda rock/pop müzisyeni konuğu oluyordu. Dolayısıyla danışmanlığım süresince bir işlevim olduysa rock alanında oldu.
Rock konusunda yazmaya 1970’lerin sonlarında başladım. İlk yazım Avusturya Lisesi’nin dergisinde çıktıydı : “Rock, Punk ve Disco Üzerine”. Sonra Express, Roll, Blue Jean, Müzük gibi dergilerde yazdım, Açık Radyo’da programlar yaptım.
1970’lerde Türkiye’ye hemen hemen hiç yabancı rock grubu gelmezdi. Bir gospel grubu geldiğinde bile, heyecanlanıp AKM’deki konsere gittiğimi hatırlıyorum. Sonra Alman caz/rock grubu Embryo’nun konserleri olmuştu. Kendilerini önceden tanımasak da, ne bulsak izlediğimizden koşup seyrettiğimizi hatırlıyorum. Embryo hâlâ var ve 6 Nisan’da Borusan Müzik Evi’nde bir konser verecek! Grubun liderliği babadan kızına geçmiş!
Rock’la akraba ne bulursak izlediğimizden caza da ilgisiz değildik haliyle. Henüz bir “big boom”la patlayıp caz, sinema, bienal, tiyatro gibi farklı gezegenlere ayrılmamışken, İstanbul Festivali cazcıları da getiriyordu. 1984’te Chick Corea, İstanbul Festivali bünyesinde çaldığında elbette oradaydık. “My Spanish Heart” ve “The Leprechaun” gibi albümleri, İzzet Öz sayesinde dağarcığımızdaydı.
Yanılmıyorsam 1991’de Jethro Tull da İstanbul Festivali bünyesinde gelmişti. İlk göz ya da kulak ağrımdı Jethro Tull benim. 1991’de artık eskisi kadar hayranı değildim ama yine de yıllarca hayalini kurduğum topluluğu izlemek müthiş bir şeydi. İlk konserden sonra, ikincisine de gitmiştim. Ama tamamen aynı mizansen ve aynı esprileri görmekten hayal kırıklığına da uğramıştım. Hesaplı bir “şov” izlemek bana çok da “rock’n’roll” gelmemişti. Konserlerden birinin ardından grubun posterini imzalatmış ve Ian Anderson’a adınız nasıl telaffuz ediliyor diye sormuştum: “İyın” demişti. Yıllardır merak edip dururdum “Ayan” mı, “İyan” mı diye, öğrenmiş oldum. Gururluydum. Şovsa şov; güzel miydi, güzeldi!
1994’te de İstanbul Caz festivali resmen doğdu. Ne müthiş isimler dinledik. Miles Davis ve Dizzie Gillespie elbette etkileyiciydi. Ama beni en çok etkileyen caz konseri Ornette Coleman’in çok da dolu olmayan bir Açık Hava’da verdiği konserdi. Coleman’i dinlerken hayalimdeki New York’un karmaşasını, canlılığını hissettiğimi hatırlıyorum. Taxi Driver’ın kirli, sisli, ıslak New York’unu...
Jan Garbarek de bir dönem, entelijensiyamızın yarı resmi cazcısı olmuştu. Norveç’in soğuk, melankolik havası tuhaf bir şekilde 12 Eylül sonrasının Türkiyesiyle akraba çıkmıştı. Keith Jarret, Köln konseri albümüyle bence abartılı bir ilgiye mazhar olmuştu ve tabii ki ben de epey bir kulak vermiştim. Jarret o albümde “loop”lara girer ve bir türlü çıkamazdı. Yolunu kaybeder ama arada şahane patikalar da keşfederdi. Yine de bir double albüm için yeterli gelmemişti bana. Konserde, piyanosuyla şehvetli ilişkisi çok etkileyiciydi ama. Yıllar sonra enstrümanıyla aynı şehvetli ilişkiyi Fazıl Say’da gördüm. Bir de Marc Ribot beni benzer bir şekilde etkilemişti. Bu kez enstrüman gitardı. Ne çalarlarsa çalsınlar, enstrümanıyla bütünleşen insanlar beni hep etkiler.
Caz Festivali, uzun bir dönem devlet gibi bir şeydi. Hani her şeyi devletten beklemek diye bir tabir var ya, kimi görmek istesek onu getirebileceğini düşündüğümüz tek kurum İstanbul Caz Festivali’ydi. Sağolsun, festival de elinden geleni fazlasıyla yaptı. Tuhaftır, bir gruptan ya da müzisyenden çok fazla şey bekliyorsam, konserde kasılıp kalma ihtimalim beliriyor. Onun için beğendiğim ama çok hayranı olmadığım isimlerden çok daha fazla etkilenirim. Mesela Lou Reed tabii ki büyük isimdir de sesi ve şarkı söyleme tarzı bana uymaz. Fakat en çok etkilendiğim konserlerin başında Lou Reed’in Caz Festivali’nde verdiği konser gelir. Bir rock grubunun ötesinde bir şeydiler sanki, bir oskestraydılar. Çok sıkıydılar. Lou Reed’in, sol tarafından fotoğraf çektirmediğini o gelişinde öğrenmiştim. Kendini soldan çirkin buluyormuş. Ayrıca, daha önce festivale konuk olan karısı Laurie Anderson’ın gördüğü her yeri görmek konusunda da ısrarcı olduğunu duymuştum. Bir tür rekabet yani...
Çok şey duyulur festivalle ilgili. Mesela şu sıralar bir efsane dolaşıyor. Carlos Santana, bilet verdiği Roman çocukların koltuğuna oturanları konser başladıktan sonra kaldırtmış da, o yerleri asıl sahiplerine verdirtmiş. Güzel hikayeler ama gerçek değiller. Santana’nın rehberlerinden duydum, bire bin katılarak anlatıldığını.
Bob Dylan da sürpriz bir şekilde konser vermişti İstanbul Caz Festivali’nde. Başlangıçta adı yoktu, sonradan konseri eklenmişti programa. Gerçek mi bu diye uzun süre bakakaldığımı hatırlıyorum. Konsere çok da rahat bilet bulunmuştu. O günlerde talep çok olduğunda merdiven bileti satılırdı ve Dylan konserinde dağ taş seyirci olmuştu. İKSV Genel Müdürü Görgün Taner anlatmıştı; Açık Hava’ya gelen Dylan’ın menajeri 4000 kapasiteye 5500 izleyici olduğunu görünce Taner’e “Eğer bu konser bir ilk olmasaydı sen de bu kadar genç olmasaydın, hesap sorardım” demiş. Dylan’ın konserinde ne çaldığını anlamamıştım çoğunlukla. Parçalar o kadar değişmişti ki... Bir de Dylan’ın hiç konuşmadan çalıp gittiğini hatırlıyorum. Biraz bozulmuştuk.
Dylan’ın bir zamanlar sevgili olduğu Joan Baez da defalarca geldi. Artık bıktık dediğimiz anda bile, muhteşem olmayı sürdürdü fakat. Baez, seyirciyle çok iyi iletişim kuruyor. Keşke 15 Temmuz sonrasındaki konserini, kaba diyebileceğim bir şekilde iptal etmeyeydi. Onu yanımızda görmeyi beklerdik.
O kadar çok isim var ki beni en çok etkileyen bazılarından söz edeceğim sadece. Oturup evde dinlemesem de Rufus Wainwright şahaneydi. Rengarenk ışıklandırılmış köprülerimizi çok gay bulduğunu söylemesine de bayılmıştık. Muhafazakarların kitsch zevkleriyle gay estetiğinin kesişmesi kaderin ne güzel bir cilvesiydi.
Caetano Veloso da harikaydı. Keza Antony de. Ama en etkilendiğim konserlerden birini Lhasa verdiydi Sepetçiler Kasrı’nda. Daha önceden çok dinlememiş olduğum Lhasa’ya bayılmıştım. Kendisini yeni keşfetmişken, meme kanserinden kaybedeceğimizi bilmiyordum. Daha bin tane isim var, çoğu olağan şüpheliler, Nick Cave gibi. Ki kendisini bu yıl yine göreceğiz. Ama benden bu kadar şimdilik. İyi ki varsın Caz Festivalimiz, hep ol hayatımızda.
* Gazeteci
İstanbul Caz Festivali 25. yaşını kutluyor.
Bu vesileyle her hafta sürpriz bir isim, 25 yıldır cazı ve çok daha fazlasını İstanbul’a taşıyan festivalin unutulmaz konserlerini, perde arkasını, caza dair bilgi ve birikimlerini T24 okurları için yazıyor. Yazıların ardından sohbet, #25YıldırCazveDahası etiketiyle sosyal medyada da devam ediyor.
|