21 Ekim 2024
Toplumun özgürce bilgi edinme hakkına hizmet eden bir mesleğin icracısı olarak mesleğimizin neredeyse sadece ‘hızla slogan atmaya’ indirgenmekte olduğu bu dönemde, bir tür ‘yavaş gazetecilik’ yapma konusundaki ısrarıma ilham veren şeyleri yazmış düşünürlerden biridir Prof. Dr. Hartmut Rosa. ‘Eleştirel Teori’ okulunun yaşayan sosyologlarından biri olan Rosa’yı çağdaşlarından birkaç adım öteye taşıyan, geç modern zamansallığına dair çalışmaları oldu. Modern hayatın dayattığı hızlanma nedeniyle yaşadığımız yabancılaşma, korku ve umutsuzluklar üzerine çalışan Rosa panzehir olarak ‘rezonans’ kavramını öneriyor. Rosa’nın ‘rezonans içinde olmak’ dediği şey, aslında kulağa tınladığı ölçüde komplike bir şey değil. Basite indirgediğimizde Rosa özetle şunu söylüyor; “Kontrolümüzün ötesindeki şeylere açık olalım. Dünyayı sınırsızca denetleme arzusundan vazgeçelim.”
Hartmut Rosa, Freiburg, Humboldt, London School of Economics, Harvard, New School gibi dünyanın en iyi üniversitelerinde çıkış tezini destekleyecek çalışmalar yaptı. Şu anda ise
memleketi Almanya’nın en eski ve en çok Nobel ödülü getiren üniversitelerinden Jena’daki Friedrich Schiller Üniversitesi’nde ders vermeye devam ediyor. Rosa, Geçtiğimiz hafta Alman Heinrich Böll Vakfı’nın (HBS) Türkiye’deki faaliyetlerinin 30. Yılı nedeniyle düzenlenen etkinliklere katılmak üzere İstanbul’daydı. Heinrich Böll, Alman Yeşiller Partisi çizgisinde bir vakıf, ‘ekolojik sol’ üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. HBS İstanbul Ofisi’nin Direktörü Dr. Dawid Bartelt, Rosa’nın ana konuşmacı olduğu konferansı açarken şöyle dedi:
“Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve bir arada yaşamı savunanlar için son 30 yıl umutla umutsuzluk, sevinçle üzüntü, başarıyla başarısızlık ve zaferle yenilgi bir arada olduğu mücadele yıllarıydı. Sonuçta yenilgilerden de öğrenilebilir. Dahası Türkiye’de sivil toplum hâlâ aktif, renkli ve güçlü. Yani, konuğumuz Hartmut Rosa'ya göre, rezonansı gerçekleştirmenin ön koşullarına sahip.”
Konferansın ardından Hartmut Rosa ile oturduğumuzda tam da Dawid Bartelt’in bıraktığı yerden başladım sormaya. Türkiye’de kendini ‘yenilmiş’ hisseden ve ne olursa olsun siyasete etki edemeyeceğini düşünmeye başlayan toplumsal kesimler ne yapabilirdi?
Hartmut Rosa, yalın cümleler kuran ama o yalınlığın içine pek çok katmanı gömen bir düşünür. “Keşke kendi dilinde okuyabilseydim, söyleşebilseydim” diye düşündürten insanlardan. Memleketimizde yaşananların hoyratlığı karşısında solduğumuz şu günlerden belki de Rosa’nın önerdiği gibi biraz uygarlık tarihi okuyarak çıkmaya çalışmakta fayda var.
-Bu çağın insanlarının neden değişimin neredeyse imkânsız olduğunu düşünmeye başladığına dönük analizlerinizi okurken, sıklıkla aklıma kendi ülkemin mevcut siyasal iklimi düşüyor. Türkiye’de iktidardaki gücün yönetme biçimine itiraz eden muhalif kesimler, 2023’teki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra büyük bir boşluğa düştü. Toplumun neredeyse yarısının büyükçe bir bölümü “Ne yaparsak yapalım siyaseti değiştirmeye gücümüz yetmiyor” gibi bir duyguya kapıldı. Türkiye siyaseti üzerine uzman değilsiniz ama Türkiye toplumu dünyanın geneline dair yaptığınız sosyolojik tespitlerden azade değil. Bu noktaya gelen toplumların hatırlaması gereken bir şey olduğunu savunuyorsunuz. Anlatır mısınız?
Yardımcı olup olmadığından emin değilim ama bazen kişilerin, başkalarının da benzer acıları ya da duyguları paylaştığını bilmesi işe yarar. Türkiye’de yaşanan deneyimin dünyanın başka yerlerinde de yaşanan deneyimlerin sadece uç bir örneği olduğunu düşünüyorum. Örneğin Almanya'da Yeşiller Partisi iktidara geldi ve yine de insanlar aslında hiçbir şeyin değişmediğini düşünüyor. Çevreci harekete duyarlı, göç yanlısı ve barışçıl Yeşiller – ya da sol diyelim- iktidardayken daha az çevreci, göçmenlere karşı daha toleranssız hale geldik. Hatta şu anda neredeyse bir savaş içindeyiz. Bu da elbette Almanya’da sola oy vermiş kesimlerde benzer bir güçsüzlük duygusuna neden olabiliyor. Karşıda bir de Trump, Bolsanaro gibi figürler ya da Fransa’da olduğu gibi aşırı sağ siyaset yükseldikçe bu güçsüzlük duygumuz artıyor. Artık her yerde durum aynı. Hala bir tür paradigma örneği olan Amerika Birleşik Devletleri'ne bakarsanız, toplumun yarısı tarif ettiğiniz duygularla yaşıyor. “Hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Güçsüzlük ve yabancılaşma hissi veren siyasetin kalbine erişimimiz yok” şeklinde bir duygudur. Yaşadığımız ülke artık bizim ülkemiz değilmiş gibi hissetmeye başlıyoruz. Bu, bir öz yeterlilik eksikliği duygusudur.
Türk halkının muhtemelen artık neredeyse evrensel olan bu semptomdan biraz daha fazla acı çektiğini düşünüyorum elbette. Ama benim umudumun kaynağı Hannah Arendt'in ‘doğumluluk’ dediği kavram. Uygarlık tarihi bize gösteriyor ki değişim daima mümkün olmuştur. Ve değişim bazen birdenbire ortaya çıkar. Soğuk Savaş’ın nasıl da birdenbire sona erdiğini hatırlayalım. 1988’te bana sorsanız Almanya’nın asla birleşmeyeceğine yemin ederdim. Ama birkaç ay içinde Sovyet sistemi çöktü. Değişimin mümkün olduğunu anlatan en çarpıcı siyasi örneklerden biridir.
-Tam bu noktada size biraz kendi argümanlarınızı kullanarak meydan okumak istiyorum. Verdiğiniz 20. Yüzyıl örneklerinin üzerine dijitalleşmeyle iyice ivmelenen hızı eklediğimizde, teknoloji şirketlerinin bizi içine hapsetmeye çalıştığı algoritmaları eklemek lazım. Bütün bu dış faktörlere rağmen yine de toplumlar siyasal değişimlere aynı ölçüde etki edebilecek mi?
Ben toplumu bir tür yaşam biçimi olarak anlıyorum. Bir yaşam biçiminin çöküşü ve değişimin her zaman mümkün olduğunu söyleyebilirim. Ve bu, insanların hayatları üzerindeki kontrollerini kaybettikleri için kendilerini güçsüz hissettikleri anda da gelebilir. Benim iddiam şu; doğa ve her şey üzerinde tam kontrole sahip bir rejim kurmaya çalışıyoruz ama tam da bu yüzden kontrol edilemez canavarlar yarattık.
-‘Kontrol edilemez canavarlar’ derken neyi kastediyorsunuz?
Ekolojik kriz bir canavar, aslında ekonomik piyasalar da bir canavar. Tükenmişlik sendromu da koronavirüs de birer canavar. İnsanlık bunları hayatı kontrol etmeye çalışırken yarattı ve bütün bunlar nedeniyle insanlar son derece savunmasız hayatlar yaşamaya başladılar. Hayatlarımız dengesiz, istikrarsız, giderek de daha çok öyle oluyor. Düşünsenize şu an, yeni bir nükleer bir savaş bile olası hale geldi. Bu olasılık yaşam biçimlerimizin çökmesine neden olur. Yaşam biçimlerimizin yıkılması çok da zor değil. Ve tarihsel olarak bakarsanız, gerçekleşmesi en muhtemel şey de budur. En belirleyici soru ise şudur; bu konuda herhangi bir siyasi etkimiz olacak mı olmayacak mı? Değişim bir tasarım sonucunda mı yoksa bir felaket sonucunda mı gelecek?
-Tasarım derken insanın etki edebileceği bir şeyden bahsediyorsunuz, değil mi? Yani aslında sorduğunuz soru şu; dünyadaki değişimler insanların tasarladığı bir şeyler yoluyla mı gelecek yoksa felaketler yoluyla mı gelecek? Sizce hangisi olacak?
Kabul etmeliyim ki şu anda değişime tasarımdan ziyade felaket yoluyla gidiyormuşuz gibi görünüyor. Evet, kulağa pek hoş gelmediğini biliyorum. Ve depresyona girme hakkımız var.
Maalesef bunun şu anda en muhtemel senaryo olduğunun farkındalığı içinde olmak lazım. Ama aynı zamanda biraz umudumuz da olabilir. Modernitenin vaadinin yaşadığımız dünyayı şekillendirebileceğimizin vaadi olduğunu unutmamalıyız. O halde bu umuttan, bu arzudan, bu hırstan vazgeçmemeliyiz.
-Modernleşmenin vaadini tamamen unutmadan gerçeği kabullenelim yani, öyle mi?
Bakın, modernleşmenin vaadi şuydu; siyasi güçlere, dini güçlere ve hatta doğal güçlere boyun eğmek zorunda değiliz. Bu, her yerde olduğu gibi Türkiye'de de modernleşmenin vaadiydi. Geleceği bizlerin şekillendirebileceğine inanç üzerine kurulu bir vaatti. Bence bugün de yapmamız gereken, kolektif olarak bu vaadi hatırlamak ve belki de tasarım yoluyla bir değişiklik gerçekleştirmeye çalışmaktır. Ama fildişi bir kulede kurgulanan sonra topluma dayatılan bir tasarım olmamalı bu. Kolektif bir süreç içinde toplumun dinamik olarak ürettiği bir tasarım olmalı.
-Amerikan kapitalizmi, sizin eleştirdiğiniz şeylerden birinin adeta ticaretini yapıyor. Gençler arasında çok yaygın olan bir FOMO kavramı var, duymuşsunuzdur. Fear of Missing Out (kaçırma korkusu). Sosyal medya aracılığıyla pompalanan bir tür ‘fırsatları kaçırmayın’ propagandası. Bunun sonucu olarak insanlarda ‘her an her yerde olmalıyım’ ya da ‘her şeye sahip olmayalım’ türünde reaksiyonlara koşullanıyor. Bu şekilde koşullanan beyinler nasıl bir toplum tahayyülünde birleşecek?
Amerikan liberal perspektifinden insanlar, açgözlülük ve arzu tarafından yönlendiriliyorlar, “Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorum” duygusu üzerinden yönetilince insanlar televizyonda tek bir film izleyemiyor ya da durduğu yerde duramıyor, devamlı seyahat etmek istiyor. Mutlaka ki yüksek hızlı medyanın ve yapay zekanın, insan olmanın ne anlama geldiği üzerinde henüz öngöremediğimiz sonuçları olacaktır. Ama dönüp yine uygarlık tarihine bakalım isterim. Medeniyetlerin gelişiminde her zaman kesintiler olmuştur ve bunlar hiçbir zaman planlanıp tasarlanmamıştır.
Benim yönlendirilme meselesine FOMO diye bakanlardan temel farkım şu; ben bizlerin arzular değil korkular üzerinden yönlendirildiğimizi düşünüyorum. Ve bu bir tür varoluşsal bir korku. Dünyada yerin kalmamış gibi bir korku, artık dünyada sana yer yokmuş gibi bir korku. Küresel veriler, dünya nüfusunun yüzde 70’inin gelecek nesillerin daha kötü bir hayat yaşamasından korktuğunu ortaya koyuyor. Gençlerimizin çoğu depresyonda ve tükenmişlik yaşıyor. Sanırım bu, dünyada gerçekten ait olduğunuz, bağlantı kurabileceğiniz bir yeri asla bulamayacağınız hissinden kaynaklanıyor. Her şey o kadar hızlı değişiyor ve aynı zamanda o kadar istikrarsız hale geliyor ki…Bu kaçırma korkusunun altında ait olduğun bir yer olmaması, dünyada bir yerin olmaması gibi derin kaygılar var aslında.
-2020’de yayımlanan ‘Dünyanın Kontrol Edilemezliği’ isimli kitabınızın kapağında kar yağarken ormanda tek başına duran bir adam silueti var. Ve kitabın açılışında şu soruyu soruyorsunuz; “Çocukluğunuzda bir kış gününde ilk kar yağışını hâlâ hatırlıyor musunuz?” Tabii ki hatırlıyorum o günleri, neredeyse bütün detaylarıyla. Sadece çocukluğumdan değil yetişkinliğimden de hatırladığım ilk kar günleri var elbette ve çok şükür ki. Neden soruyorsunuz okura o soruyu?
O soruya sizin gibi pek çok okurdan güçlü tepkiler aldım. Görünüşe göre yılın ilk karı, birçok insan için çok etkileyici bir duygu. O kadar etkileyici çünkü onu sen planlamadın, tasarlamadın. O adeta beklenmedik bir hediye. Ve bu benim için kontrol edilemezliğin bir örneğiydi. Rezonansın tüm unsurlarına sahipti. Sana dokundu ve sen onunla bir bağ kurdun. Yoksa hatırlamazdın. İlk kez yaptığınız her şey normalde etki bırakır. Ve genç neslin bu rezonans hissini tamamen kaybettiğini varsaymanın yanlış olacağını düşünüyorum. Kar olmayabilir ama hepsinin bu tür duyguları, bu tür anıları var. Yüksek hızlı toplum ve yüksek hızlı medyanın bu koşulları altında bile gençlerin bile bu deneyimleri yaşadığı konusunda hala oldukça iyimserim.
-Kar örneğinden yola çıkarak insanlara tam olarak ne yapmamasını öneriyorsunuz?
Birçok insan kar deneyimini seviyor diye şimdi birileri onun yapayını üretiyor. Kar yağmadığında kayak merkezlerine yapay kar getirildiğini bile görüyoruz. Ama biz durumu kendimiz kontrol etmeye çalıştığımızda yani kar kendiliğinden yağmadığında yaşadığımız deneyim aynı olmuyor. Şu sorunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Instagram veya TikTok'ta gezinmek nasıl bir deneyimin biçimidir? Okuyucularımın gerçekten değerli bir deneyimin ne olduğunu ve bunu nasıl yeniden kazanabilecekleri üzerine kafa yormalarını istedim ‘Dünyanın Kontrol Edilemezliği’ kitabını yazarken.
-Bir de sizin çok kullandığınız bir ‘turbo kapitalizm’ kavramı var. Sizin turbo kapitalizmle ilişkiniz ne alemde?
Ne yazık ki ben de turbo kapitalist bir hayatın içindeyim. İnsanlar diyebilir ki; “Rosa yavaşlıktan bahsediyor ama kendisi de çok hızlı.” Haklılar. Bu hafta içinde bir günlüğüne Porto’ya gittim, şimdi iki günlüğüne İstanbul’dayım. Yapmamanız gereken şey tam olarak budur. Ama ben zaten hiçbir zaman birey olarak sorunu çözebileceğimizi savunmadım. Bu yapısal bir sorun. Ancak kolektif biçimde turbo kapitalizmle ve onun dayattığı yaşam biçimiyle mücadele edebiliriz. Turbo kapitalizmin ekolojik ve psikolojik maliyetlerini görüyoruz. Psikolojik maliyet dediğim ‘burn out’ (tükenmişlik) ve ‘bore out’ (içi bayılmak) sendromları.
-Turbo kapitalizmin politik maliyeti nedir?
Demokrasi zaman alan bir şeydir ama turbo kapitalizm bize bu zamanı vermez. İnsanlık olarak bunun üstesinden gelebilecek güce sahip olabileceğimizi umuyorum. Ama şurası kesin; bunu bireysel olarak yapamayız.
-20. yüzyılın ve modernitenin meşhur ‘sosyal mühendislik’ kavramına ne oldu? Egemenlerin sosyal mühendislik projeleri 21. Yüzyılda da çalışıyor mu? İki buçuk ay içinde İsrail, Hamas, Hizbullah ve İran denkleminde ‘olmaz’ denilen pek çok şey oldu ama bildiğimiz anlamda bir savaş çıkmadı. Demin siz de hatırlattınız belki de bir nükleer savaşın eşiğindeyiz ama dünya yansa koltuklarımızda pijamayla sosyal medyada fotoğraf kaydırarak izlemek dışında bir şey yapmıyoruz.
Modernite dünya üzerinde kontrolü ele geçirmekle ilgiliydi biliyorsunuz. Ve sonuçta aynı modernite kontrol edilemeyen canavarları yarattı. Sizin bu tanımladığınız yaşam biçimi kontrol edilemeyen bir canavar işte. Bir yandan savaş geri dönüyor, binlerce insan ölüyor. Küçük hayatlarımız ise hala aynı yollarda ilerliyor. Çok tuhaf bir karışım. Bu çağımızın gerçeğidir. Tam bir ikilik.
-O ikilik de kontrol edebildiğimiz ve edemediğimiz alanlarla ilgili değil mi?
Teknolojik olarak yaşamlarımızın pek çok alanı üzerindeki kontrol gücümüz arttı ama makro alanda herhangi bir şeyi kontrol etme konusunda tam bir yetersizlik içindeyiz. Bu kadar her şeyi kontrol ettiğimizi düşündüğümüz bir anda gözle görülmeyen bir Covid virüsü çıktı ve hayatımızı felç etti, en azından birkaç ay. Yine söylüyorum kontrol ediyoruz sandığımız finansal piyasalar da kendi türünde bir canavardır. Tükenmişlik sendromu da bir canavar ve neredeyse kolektif bir salgına dönüşmüş durumda. Kontrol edilemezlik canavarları hayatımızın her yerinde gizleniyor.
-Bu konuştuğumuz faktörler, toplumların dindarlıkla ilişkisini nasıl etkiliyor sizce? Türkiye'de uzun süredir iktidarda İslamcı bir parti var ama kamuoyu yoklamaları muhafazakâr gençlerin bile hayatlarının giderek sekülerleştiğini gösteriyor. Yeni kuşaklar tüm dini vecibeleri harfiyen yerine getirme meselesine çok da takılmıyorlarmış gibi bir görüntü var. Bu tür eğilimler hızlandırılmış yeni hayat biçimlerinin ve dijital dünyanın insanlara yeryüzünde çok fazla seçenek vaat etmesinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Bir çeşit kararsızlık var. Bir yandan dinin çöküşünü görüyorsunuz çünkü din artık dünyadaki pratik varoluş biçimimizin bir parçası değil. Tanrı, tabiri caizse, internette değildir. Onunla çalışma alanında karşılaşmıyorsunuz. Artık hayatımızın doğal bir parçası değil.
Artık dünya çapında bir anlamda sekülerleşme süreçlerinin olduğunu görüyorsunuz. Ama öte yandan hayatın öngörülemezliği, bir şekilde daha yüksek bir güce başvurmamız gerektiği fikrini de geri getirebiliyor. Bir virüs çıktığında ya da bir savaş patladığında tanrının bizi koruyacağı fikri her zaman olmuştur. 20. Yüzyılın savunduğu fikir ise şuydu: “Hayır, size Tanrı yardım etmeyecek, bunu devlet yapacak.” Sosyal devlet ya da refah devleti bu fikrin bir uzantısıdır. Ama şu anda artık devletin de bize pek yardımcı olamadığı durumlara geldik. Artık umudumuz teknolojide, yapay zekada. İşte sekülerleşmeyi yönlendiren şey budur. Ancak öte yandan, kontrol edilemezlik canavarları ve istikrarsızlık bazı insanları kökten dinci de yapabiliyor. Bu ortadan kalkmış değil. Çünkü o istikrarsızlığın ortasında sabit kalan tek şeyin İncil ya da Kuran olduğunu düşünebiliyor o insanlar.
-Siz kendinizi ‘iyimser’ olarak nitelendiren bir düşünürsünüz aslında ama şu kısacık vakitte konuşabildiğimiz şeyler en azından kendi yaşam süreme dair karamsarlığımı pekiştirdi diyebilirim. Biz en iyisi en başta söylediğiniz ‘değişim daima mümkün’ noktasına dönelim bitirmeden.
Böyle hissettiğimizde insanlığın tarihine bakalım. Birincisi, hiçbir şey sonsuza kadar var olmamıştır. İkincisi, değişim gerçekte hiçbir zaman öngörülmemiştir. Özellikle büyük değişiklikler her zaman biz fark etmeden gerçekleşmiştir. Üçüncüsü de modernite bize daima değişim için gerekli araçları vermiştir. Bugün Internet’e bile bir şeyleri gerçekten değiştirmeyi çok daha kolay hale getiren bir araç olarak bakmamız lazım. Biz insanlar, doğamız gereği rezonans yapan varlıklarız. Ve rezonans, Hannah Arendt'in dediği gibi, insana yeniden başlama ve hayatı değiştirme kapasitesini verir. Bu, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de bir realitedir.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
“Buzdolabından çıkan bir şey yok, buzdolabındaki çürümüş gitmiş. Kürtler ‘Türk milleti’nin zaten asli unsuru; birçok ulus yok, tek bir ulus var, Öcalan’ın söyledikleri kabul edilebilir değil. Ama Anayasa’da etnisiteden arındırılmış bir Türk vatandaşlığı tanımı yapılabilir… Seçim yenilenirse Erdoğan bir kez daha ama son kez aday olabilir, Anayasa’nın tanıdığı istisna tek defalıktır”
“Herkesin ‘terörist’ ilan edildiği bir süreçte ‘Öcalan çıksın Meclis’te konuşsun’ demek toplumun içine atılmış bomba gibidir. Öcalan’ın kendi özgürlüğünü sorunun çözümünün önüne koyan bir pozisyonu yok, bunu 2013’teki görüşmede bizzat kendisinden dinledim. Bu direkt kendi cümlesi; ‘Hep beraber özgür olacağız.’”
© Tüm hakları saklıdır.