03 Nisan 2023

Eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen: Kürt petrolü getirilirken haksız kazanç ile ulusal çıkar takozu arasında ortaya bir Frankeştayn çıktı

"Eksiklerin en önemlisi Erbil ile Bağdat arasında seçim yapmak zorunda kalmakta. İkincisi, Kürdistan Bölgesi içinde Erbil ile Süleymaniye arasında denge kuramamakta"

 ZOR KONUŞMALAR

Paris'teki Uluslararası Tahkim Mahkemesi geçen hafta Irak'ın 2014 yılında açtığı davada Türkiye'yi Irak'taki Kürdistan Bölgesel Hükümeti ile yaptığı petrol sevkiyatı anlaşmasından dolayı 1,4 milyar dolar tazminata mahkûm edince ortalık karıştı. Bu gelişmeyi duyuran Reuters haber ajansının metninde mahkeme kararının detayları yoktu. Haber Iraklı bir yetkilinin verdiği bilgiye dayanıyordu. Enerji Bakanlığı hemen bir açıklama yaparak Türkiye'nin uluslararası hukukun gereğini yerine getirmeye ve anlaşmazlığın asıl tarafları arasında kalıcı çözüme ulaştırılması için her türlü katkıyı sağlamaya hazır olduğunu bildirdi. Ankara bu açıklamayla üstü örtülü olarak "olay aslında Bağdat ile Erbil arasında" diyor ve arka planda uzlaşmaya dönük diplomatik bir süreç yürüdüğünün sinyalini veriyordu.

Bu arada konu ister istemez davaya konu dönemde Kürdistan Bölgesel Hükümeti'nin Ankara'ya sattığı petrolü taşıyan Powertrans isimli şirkete oradan da o şirketin sahibi Çalık Holding'e oradan da o sırada Çalık'ta yönetici olan Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak'a geldi. İktidara muhalif gazeteler "Parayı Powertrans kazandı, cezayı Türkiye ödeyecek" manşetiyle çıktı. T24 yazarı Mehmet Yılmaz'ın benzer bir analize yer verdiği yazısına erişim engeli getirildi.

Yasaklama, erişim engeli getirme gibi tedbirlerin devreye sokulduğu anlarda mutlaka perdelenmek istenen bir şeyler olduğunu bize kaba bir yerden devamlı hatırlatan bir iktidarın mutlak otoritesi altında yaşadığımızdan hepimiz işkillendik elbette.

İşin bir gazeteci açısından hazin tarafı Irak'ta 2003 sonrası kurulan federatif yapı ve onun petrol işi üzerinde neden olduğu ihtilafların siyasi ve hukuki arka planını gerçek manada bilen insan sayısı Türkiye'de iki elin parmaklarını ancak buluyor. Hele de Türkiye'nin Irak Kürtleriyle kurduğu mekanizmanın detaylarına gerçekten haiz kişi arayışına girerseniz orada iyice tıkanıyorsunuz. Zira o kişilerin büyük bölümünü konuşturmak imkânsız.

Ancak bir kişi var ki çoğunuz kendisini epey bir süredir ana akım olmayan medyada dış politika ve siyaset yorumcusu olarak izliyorsunuz, yazılarını okuyorsunuz. Bense onu tam 20 sene önce genç bir diplomatken tanıdım. ABD'nin Irak'ı işgal ettiği dönemdi. Bir gün canlı yayında Ankara'daki kritik bir Irak toplantısına dair söylediklerimin ardından bir telefon aldım. Hattın ucundaki beni uydu telefonuyla arayan Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'nde görevli Aydın Selcen'di. Eksik bilgiyle yorum yaptığımı söyleyerek işin perde arkasını hiç sakınmadan en seksi detaylarıyla anlattı. Ankara'da alıştığımız adeta "gazeteciye yüz verme, hatta bilgi hiç verme" düsturuyla yaşayan diplomatlardan biri olmadığını o gün anlamıştım.

Nitekim belki de tam bu yüzden Dışişleri kariyeri çok kısa sürdü ancak çok da maceralı. 2010'da Türkiye'nin ilk Erbil Başkonsolosluğu görevi ona emanet edildi. Türkiye yıllarca reddettiği Irak'taki Kürt bölgesini, yani Irak anayasasındaki adıyla Kürdistan Bölgesel Hükümeti'ni tanımıştı. Aydın Selcen de Türkiye'nin bu dikenli coğrafyadaki ilk temsilcisi olmuştu. 2013'te bu görevden Ankara'ya çekilince bakanlıktan istifa etti. Kendisini bu karara iten komployu ve süreci 2016'ta yaptığımız bir söyleşide anlatmıştı. O dönemden kendisinde kalanları 2019'da yayımlanan Gözden Irakta isimli kitabında daha detaylı yazdı.

On senedir devlet görevinde olmasa da Paris'teki mahkemenin tazminat kararına neden olan Kerkük-Ceyhan Boru Hattı olarak da bilinen Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı (ITP) ile ilgili bilgisi sağlamdır. Türkiye'nin Irak Kürtleriyle kurduğu ekonomik ilişkinin diplomatik çerçevesini çizen takımın forvet oyuncusuydu. 2013'te Dışişleri'nden istifasının ardından yaklaşık bir buçuk sene kadar Irak Kürdistan Bölgesi'nde de iş yapan Genel Enerji'de danışmanlık yaparken de küresel petrolcülerin iç dünyasına dair çok şey öğrendi.

Bu söyleşiyle konuya dair sis perdesini bir nebze aralayabiliriz diye düşündüm. Tahkim kararını konuşurken aslında Ankara'nın Irak politikasına dair geçmişe bir yolculuk yapmış olduk. Evet, Aydın Selcen bir AKP muhalifi. Kürt petrolüne ilişkin tahkim mahkemesinin kararını ise muhaliflik üzerinden politik bir söylemle değil teknik bir okuma ile analiz ettiği için de bugüne kadar okuduğunuz pek çok yoruma ters şeyler söylüyor. Sanıldığının aksine kararın oldukça olumlu olduğu görüşünde.

Bu arada, söyleşiyi yayına hazırlarken tam tahmin ettiğimiz şey oldu. Bağdat ve Erbil'in petrol satışı konusunda yeni bir mekanizmada anlaştığı ve Türkiye'yi de bilgilendirdiği haberi ajanslara düştü. Belki de siz söyleşiyi okurken tahkim kararının ardından kapanan Kerkük-Ceyhan Boru Hattı'ndan petrol sevkiyatı yeniden başlamış bile olabilir.

"Tahkim mahkemesi kararını devlet dışında gören yok şu anda"

- Neden Uluslararası Tahkim Mahkemesi'nin kararı farklı farklı yorumlanabildi? Karar aslında ne diyor?

Dava 2013'te açılmıştı. 10 yıl olmuş. İlginç biçimde…arada bir ilgi yok tabii de ben istifa edeli de 10 yıl olmuş. Ben hep teknik ile politik olanı birbirinden ayırmaya çalışıyorum ama bizim bu Ortadoğu coğrafyasında teknikle politik çok ayrı gitmiyor. Boru Hattı Sözleşmesi 1973'te yapılmış, 1987'de de ikiz hat devreye girmiş. 2013'te Irak tarafı sözleşmeye uyulmadığı gerekçesiyle dava açıyor. Neye uyulmadı diyorlar? Depolama, yükleme, ayrıcalıklı kullanım, erişim hakkı gibi beş konu başlığı üzerinden açılmış dava. Mahkeme, bunların birinde yani yüklemeden kusurlu bulmuş Türkiye'yi. Fakat Irak tarafını da bazı ödemeler nedeniyle kusurlu bulmuş. Ben bu kararı okumadım. Bugüne kadar bu konu üzerine konuşanlardan herhangi birinin de bu kararı okuduğunu sanmıyorum. Bu kararın metnini devlet yetkilileri dışında gören henüz var mı bilmiyorum. Sanmam da.

"Irak tarafının avukatlarını kovması Türk tarafının ise avukat ekibini alnından öpmesi gerek"

- Neden kamuoyuna açıklanmadı karar?

Şu an henüz mahkemeden muhatabına tebliğ edilmiş bir karar halinde. Bu kamuoyuna açıklanacak bir belge mi bunu da bilmiyoruz. Irak tarafından ya da Türkiye tarafından sızdırılmazsa buna erişim olur mu? Bu da bir soru. Bu detayı şu yüzden vurguluyorum ben 1,5 milyarlık meblağdan emin değilim. Birtakım görüşmeler yaptım hafta boyunca ve anladığım Irak tarafının kusurlarıyla birlikte toplam birkaç yüz milyon dolarlık bir meblağ olabilir. Elbette o da çok büyük bir rakam ama oraya kadar inebilir deniyor.

Ama diyelim ki duyumlarım yanlış ve Türkiye cezayı 1,4 milyar dolar olarak ödeyecek. Orada da şu var; Türkiye o zamandan bu zamana boru hattının kullanımına ilişkin gelir olarak o parayı çıkartmıştır. 

Mesele aslında Bağdat ve Erbil arasında. Eleştirildi ama ben Enerji Bakanlığı'nın konuya ilişkin açıklamasının o yönünü doğru buluyorum. Teknik yönü çetrefilli. Çıkan karar Türkiye'nin beklemediği ölçüde olumlu bir karar. Çünkü 50-60 milyar dolarlardan söz edildi hep bu kadar senedir tazminat olarak. Bu bir döneme dair tazminat, diğer döneminki de üzerine eklenecek ama karikatürize etmek gerekirse durum şu; Irak tarafının avukat ekibini kovması gereken, Türk tarafının ise avukat ekibini alnından öpmesi gereken bir sonuç ortaya çıkıyor.

Bu arada Paris'teki mahkeme kararından bir gün önce Irak Başbakanı Sudani Türkiye'ye geldi. Sessiz sedasız anlaşmalar imzalandı. Tahkim kararının mahkemedeki temyiz sürecinde Ankara Bağdat Erbil'in artık birlikte oturup beraber bir çözüm bulmasının vaktidir. Bizde biliyorsun her şey yumurta kapıya gelince. Belki o zaman Bağdat da "biz aramızda anlaştık Türkiye'nin parayı ödemesine gerek yok" noktasına bile gelebilir müzakereyle. Tabii bu işin teknik kısmı, asıl ilginç olan yanı politik kısmı.

- Politik kısma geçmeden önce burada bir duralım lütfen. Türkiye tarafında 50-60 milyar dolarlık bir tazminat ihtimalinden kaygı duyulduğunu söyledin. Demek ki aslında Ankara Irak Kürtleriyle yapılan işin böyle bir hukuki sonucu olacağının farkındaydı. Doğru mu?

"Buradan bir ceza çıkabilir ama ne olursa olsun" diye girilmiş bir iş değil tabii. Aslında bu mahkeme kararının tescil ettiği husus Irak Kürdistan Bölgesi Irak Federasyonu'nun bir parçası olduğu dolayısıyla bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağı. İşin Türkiye açısından ilginç tarafı asıl bu bence. Türkiye, Irak Kürdistan Bölgesi ile iş yaptığı için bir kusur işlemiş olmuyor. Zaten söylenen de o değil miydi? Irak petrolü Kürdistan'dan çıkmış ya da Kerkük'ten çıkmış fark etmez Irak petrolü Türkiye'nin sınırına kadar geliyor, Fişhabur'daki ölçüm istasyonundan itibaren Ceyhan'a devam ediyor, oradan da küresel pazarlara ihraç ediliyor. Oradan gelen gelir Irak'ın kendi federatif yapısı içinde nasıl pay edilmiş kısmı Ankara'yı ilgilendirmeli miydi? Bu da tartışılır.

Şöyle söylenebilir; başka bir yönetim farklı öncelikler güderek "Bu risktir, ben bu almam, aradaki boru hattı kesik olduğu sürece bu borunu hattını kullanmam" diyebilirdi. Irak Kürdistan Hükümeti bunu demedi, bypass etti. O bypass sayesinde boru hattı işler kaldı. Kerkük-Ceyhan her zaman Türkiye açısından kazançlı bir boru hattıdır. Kerkük'ten bu petrolün Türkiye'ye gelmesi önemlidir.

"Karar Kerkük Ceyhan'la ilgili kamyon taşımacılığı ile alakası yok"

- Uluslararası Tahkim Mahkemesi'nin kararının Türkiye kamuoyunda tartışıldığı gibi tanker ticareti ve Kürt petrolünün taşınmasıyla ilgili bir boyutu yok mu?

Orada bir kafa karışıklığı var sanıyorum. Konu boru hattının Kerkük-Ceyhan'ın bypass edilmesiyle ilgili. Irak'ın konusu zaten tanker olsa tahkim mahkemesine başvuramaz. Başvurduğu konu Türkiye ile Irak arasındaki Kerkük-Ceyhan boru hattının kullanımına ilişkin sözleşmenin ihlali.

Bu arada bilirsin tanker için oralarda ‘tekerlekli boru hattı' denirdi. Oradan Türkiye'ye boru hattı yapılacağına neden tekerlekli tanker üzerinden geldi peki? Bunun iki tarafı var. O zaman teknik olarak boru hattı Kerkük-Ceyhan bypass edilmemiş oluyor. Boru hattı açılıncaya kadar Irak Kürdistan Bölgesi'ndeki petrol sahalarında derme çatma iş yapılıyor. Tanker parasını ödüyor, dolduruyor, sınıra geliyor. Yapan için de Türkiye için de kârlı bir iş.

Kerkük petrol sahası kabaca kuzeyden güneye yaklaşık 120 km. uzunluktadır. Üç kubbesi vardır, onları hazne gibi düşünün. Kuzeydeki hazne Hurmala zaten Kürdistan Bölgesi'nin denetimindedir.

Yani mahkemenin kararının kamyon taşımacılığıyla bir ilgisi yok. Kaçakçılıktan dolayı Irak Türkiye'yi şikâyet etti, buradan da üstelik birileri nemalandı. Bütün bunlar ayrı konular. Ayrıca konuşulabilir ama mahkemenin kararıyla bir alakası yok.

"Asıl soru şudur: Türkiye oraya neden TPAO ile gitmedi?"

- Bu söylediğin biraz şuna benziyor mu? New York'taki Zarrab davası da Türkiye'deki yolsuzluk ve rüşvet iddialarını soruşturmak için açılmamıştı ama kaçınılmaz olarak o konularla birlikte anılır oldu. Dolayısıyla da bugün Kürdistan Bölgesi'nden getirilen petrol konuşulurken de Powertrans'ın, Çalık'ın ve Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak'ın isminin gündeme gelmesi de kaçınılmaz.

Şimdi benim söylediklerimi okuyanlar şunu düşünebilir; Türkiye Cumhuriyeti devleti yanlış işlere girip de sonra ben bu parayı zaten çıkarttım diyebilir mi? Burası bakkal dükkânı mı, muz cumhuriyeti mi? Bunlar sorulabilir, haklı da olunur. Ama işin siyasi arka planına bakalım demem bundan. Türkiye petrol ve gaz fakiri, Irak da su fakiri. Karşılıklı olarak birbirini tamamlayan iki ülke var. Irak'ın parası da çok, her şeyini ithal ediyor. Bunların çoğunu komşusu Türkiye verebiliyor. Habur Türkiye'nin diğer bütün kara kapılarının toplamından daha fazla iş yapar, yeter ki işlesin. Bu resim ne zaman bulanıklaşıyor? İlk Körfez Savaşı'ndan sonra Irak'ın merkezi idaresi gevşediği zaman. 2003'te ise Türkiye'de iyice şalterler atıyor; "ABD güney komşumuz oldu, Irak'ta federal bir yapı oluşuyor. Türkiye'nin Kürtleri açısından risktir. O yüzden biz burayı boğalım" havası var.

Eksiklerin en önemlisi Erbil ile Bağdat arasında seçim yapmak zorunda kalmakta. İkincisi, Kürdistan Bölgesi içinde Erbil ile Süleymaniye arasında denge kuramamakta. Üçüncü ise özel şirketler iş yapacağı zaman bir devlet görevlisi iki Türk şirketi arasında tercih yapamaz. Zemin herkes için eşit olmalı. Kamyonla petrol mü taşınacak? Kürdistan tarafı haklı olarak başvuran şirketlere "bana bir belge getirin Ankara'dan siz de taşıyın" diyor. Sadece bir şirket o belgeyi Ankara'dan getiriyorsa burada bir haksızlık oluyor. Öte taraftan Türkiye buraya TPAO üzerinden bir hamle yapıp -TPIC kolu var, sonra TEC de kuruldu bu iş için- bu kurumlarla geleceği yerde tutup işi durdurmaya çalışıyor. Uluslararası devlerin oraya girmesinden endişe duyuyor. Ya da diğer şirketlerin ortaklık yapılarına bakıp endişeye kapılıyor "buralarda yabancılar var" var diye. Bu yaklaşımlarda yanlışlık var. 

"Haksız kazanç ile ulusal çıkar takozu arasında ortaya bir Frankeştayn çıktı"

-Ne olurmuş yabancı şirketler varsa?

Ben de onu soruyorum; ne olurmuş? İşte efendim "Emperyalizmin parmağı, Irak'ın petrolüne çökülüyor, Irak'taki federal yapı Türkiye açısından tehdittir" gibi argümanlar. Halbuki Paris'teki mahkemeden çıkan bu son kararın benim açımdan manşeti şudur; demek ki Irak'ın federal yapısı Türkiye açısından iş birliğini derinleştirmek ve o bölgedeki gaz ve petrol kaynaklarına rahat erişim için bir tehdit değil bir fırsatmış. Çıkarları korumak yerine tüm bunlara takıntılı yaklaşılırsa bir türlü o sonuç görülemez. Kafalar karışıyor. Ve sonuçta iş geliyor bu esrar perdesi altında birilerinin haksız kazanç elde ettiği, başka birilerinin de kendilerince haksız yere "ulusal çıkarları koruyoruz" kisvesi altında Türkiye'nin gerçek çıkarları için gereğinin yapılmasına takoz olduğu – ki buna da kısaca vesayet denilebilir- bir ortam ortaya çıkıyor. Öyle bir şey ki bir Frankeştayn çıkıyor ortaya.

"2003'te Bağdat büyükelçiliğimizi kapattırmayan Abdullah Gül'dür"

-Ankara'nın Irak'a dair politikasında bu anlattığın çelişkiler hep vardı, bugün de var hala. Benim anlatmanı istediğim şey ise Ankara'nın bu kaygılı halden Bölgesel Kürdistan Yönetimi ile can ciğer kuzu sarması pozisyona nasıl ışınladığına dair arka plan. Çünkü hatırlayalım müesses nizam içindeki bahsettiğin ruh hali 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgaliyle birlikte hortlamıştı. "ABD Güney sınırımızda Kürt devleti kuruyor" şeklinde özetleyebileceğimiz o ruh hali, Barzani ve Talabani'ye aşiret reisi muamelesi yapan o ruh halinden sadece altı yedi senede nasıl adamların özerk bölgesinde başkonsolosluk açma noktasına gelindi?

Korktuğum başıma geldi. Aslında seninle bu söyleşiyi yapmaya karar verdiğimde bunun böyle olacağını da biliyordum. Biliyorsun bunları ben Gözden Irak'ta isimli kitabımda anlatmaya çalıştım. Dışişleri'nde 20 yıl çalıştım, 10 yılı ya Irak'ta ya da Irak üzerine çalışarak geçti. 2003 ile 2006 arasında Bağdat, 2010-2013 arası Erbil'de görev yaptım. O iki dönem arasında Ankara'nın politikası açısından gece gündüz gibi fark var. Ama bu öyle bir bütünün parçaları ki…Hatırlayalım, 2003'te AK Parti iktidara geldiğinde, pek çok dosyayı kucağında buldu. Biri Kıbrıs, biri AB, biri de buydu. O zaman Türkiye'deki belli odaklar gerekirse yasadışı yollara başvurarak AK Parti'yi iktidardan indirmeye çalışıyor Ankara'da. Bunu yadsımak abes olur heralde. Onun bir parçası olarak bu Irak işi tam Türkiye'nin bam teline dokunan bir meseleydi. Bir yanda ABD düşmanlığı var, öbür tarafta Kürt meseleniz var. Erbil'deki komuta merkezimiz şurası, orada falanca albay oturuyor gibi serbestçe hareket edebildiğiniz bir bölgeden bir anda çekiliyorsunuz. Ortam bir anda 4 Temmuz 2003 Süleymaniye Vakası'nın yaşanabildiği bir ortama dönüyor. Bu arada yeri gelmişken soralım; orada Türkiye'nin yaptığı iş yanlış değilse o baskındaki neden herkes sonra görevden alındı? O arada bir de Özel Kuvvetler neredeyse ayrı bir kolordu olacakken statüsü aşağı düştü falan. Özel Kuvvetler içinde Seferberlik Tetkik Kurumu ve Muharebe Arama Kurtarma vardı, bu hep tartışılan bir şeydi. NATO üyesi hangi ülkede kalmış Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra, bizde neden kalmış ve neden o yapı ilgileniyor Irak Kürdistan dosyasıyla? Pek çok soru sorulabilir yani.

2003'te ben Irak'a ilk gittiğimde bırakalım Erbil'e başkonsolosluk açmayı Ankara'daki bir tarafın bastırdığı konu Bağdat'taki büyükelçiliğini de kapatıp Irak'tan olduğu gibi çekilmemizdi. O arada Bağdat'taki büyükelçiliğin açık tutulmasını sağlayan o sırada Başbakan olan Abdullah Gül'dü.

"2000'lerde Ankara'daki iktidar mücadelesi Irak politikasına yansıdı"

- Bir adım geri gidelim ve adını koyalım. Bağdat'taki büyükelçiliği kapattırmak için bastıran kanadın içinde kimler vardı?

Malum bu bir harmandır. Bunun içinde apoletli olanı da vardır takım elbiseli olanı da vardır. Ankara'nın yapısı böyle idi. Bugün öyle değil.

- Eski müesses nizam desek?

Eski müesses nizam diyelim. Ama denebilir ki şimdi nizam da yok. Neyse! 2003'e dönersek… Ankara'nın içindeki iktidar mücadelesinin Türkiye'nin Irak politikasına da yansıdığı bir dönem. Ama aynı şekilde Irak'ın içindeki değişiklikler de Amerika'nın dış politikası da Türkiye içine yansıyor. Bu arada bir de ABD'de başkan değişiyor. Türkiye'deki iktidarın gücü değişiyor, artıyor. Malum o sırada bir de FETO hikayesi var. O da resmin bir yerlerinde arz-ı endam eyliyor. Bunun bir tarafında da akçeli işler var. Ben şunu kendimce gördüm Erbil'de; petrolden gazdan para kazanıp inşaat yaptırılıyor. Gıdasını her şeyini Türkiye'den ithal ediyor. Her şey buradan gidiyor.

"'Hazır parti var biz de eğlenelim' diye herkes Kuzey Irak'a koştu"

- İnşaatçılar da dahil.

Tabii. Hatta inşaatlarda çalışan işçiler de buradan gidiyor çünkü oranın insanı çalışmıyor gidip inşaatta. Ya da çalışsa da bizim müteahhit onun yaptığı işten memnun kalmıyor. Bunu ırkçılık olarak söylemiyorum. Orada müteahhitlik yapan bizim Türkiye Kürdü de orada Irak Kürdü ile çalışmak istemez genelde. Çünkü petrol zengini ülkenin insanı genelde farklı yaşamaya alışmış denebilir. Her neyse. Bunları şunun için anlatıyorum. Hem Türkiye içinde Kürt siyasi hareketine yakın kişiler hem TSK içinde oralarda bulunmuş isimler -aracı olarak, danışman olarak ya da iş adamı olarak- güle oynaya iş yapmaya koştular Erbil'e Süleymaniye'ye. Hazır parti var biz de eğlenelim. Bu da kapitalizmin gereği.

Sanki orada yapılan işleri çok beğenerek anlatıyorum gibi de anlaşılmasın. Kitaba uygun, açık ve hesap verilebilir işler yapılmalıydı. Mesela hal böyleyken Türkiye resmi petrol şirketi TPAO kanalıyla neden alabileceği kadar pay almadı?

2003 ABD müdahalesi ile Irak'taki ayrıcalıklı ekonomik konumlarını üç büyük kaybeden oldu; Türkiye, Fransa, Rusya. Ama Amerika orayı işgal ettikten sonra bu üçüne de "buraya giremezsin" falan demedi. Hatta Amerikalarla Çinlilerin, İngilizlerle Rusların ortak olduğu, çapraz ortaklıklara iş yapılan bir yer haline geldi Irak'ın bütünü. Irak dünyanın en ucuz en kaliteli petrolünün çıktığı yer. Ama yolsuzluk diz boyu olduğu için ve güvenlik meselelerinden ötürü tam olarak potansiyelini yansıtamadı. Ama bu da Türkiye için avantajdır. Bütün bu dağınıklık varken Türkiye'nin iş yapabileceği bir ortam vardı. Zaten uluslararası petrol üretimi ve ticaretinde ağır sıkletler devredeyken bizim aynı topa girecek gücümüz yok.

"Dışişleri'nin eski yazışmalarında Irak Türkmeni diye bir şey yok Irak Türk'üdür o"

- Biraz önce detaylı çerçevesini çizdiğin siyasi arka planın bir yerinde de artık hiç konuşmadığımız "Ankara'nın Türkmen davası" da vardı. Özel Kuvvetler ile Irak Türkmen Cephesi'nin o dönemki ilişkisi hala bir nevi tabudur bu ülkede.

Tabii. Çok doğru; niye konuşmuyoruz bunu? Benim bakanlığa girdiğim yıllarda, 90'ların başında başlayan bir ‘soydaş ve akraba topluluklar' politikası var. Peki, Türkiye nüfusunun hiç yoktan beşte biri Kürt değil mi? O zaman neden Türkiye'nin hemen güney sınır komşusu Irak, İran, Suriye'deki Kürtler benim soydaşım ya da en azından akrabam olamıyor? Irak Türk'ü demek lazım zaten, Türkmen değil. Bakanlıkta 1950'lere kadar giden eski dosyaları çalıştığımda bizim yazışmalarda hep "Irak Türkleri" olarak geçtiğini gördüm. Sonradan nedense Türkmen'e dönülmüş.

"Konsolosluk açıldı ama Kürdistan ismi yine kullanılamadı"

- Çok karmaşık bir konu olduğu için daldan dala atlatmak zorunda kalıyoruz. O nedenle de soruyla devam etmeden önce vardığımız aşamayı bir özetleyelim. 2010'da Türkiye'nin Irak Kürdistan Bölgesi'nde konsolosluk açmaya kadar götüren sürecin dinamosunun politik değil daha ziyade ekonomik olasılıklar. O sırada 2008'de ABD'de Obama başkan seçiliyor. AKP kapatma davasını geride bırakmış, FETÖ'nün himayesinde yürüyen Ergenekon süreciyle askere ayar vermiş ve kendini artık muktedir hissetmeye başlamış. Ankara bölgenin Irak anayasasındaki resmi ismi "Kürdistan Bölgesel Hükümeti" ifadesini dahi kullanmaktan imtina ederken o bölgedeki konsolosluk açma noktasına gelmiş.

Konsolosluk açıldı ama resmi isim yine kullanılamadı. (Gülüyor)

- Evet onu da bir anlatmak lazım.

Konuştukça şunu fark ediyorum. 10 yıl olmuş meslekten ayrılalı ama o döneme ait bir çerçeveye dokununca insan konuşamıyor.

"İş dünyası önden öyle bir atıldı ki diplomasi arkadan gelmek zorunda kaldı"

- Frenliyor musun kendini?

Frenlemek de değil de…Mesele basitçe şu aslında; Irak'ta çatışmalar devam ederken Türkiye'nin kaybettiği kamyon şoförü sayısı İngiltere'nin Irak'taki askeri kaybıyla aynıdır. Bu şunu gösteriyor; bir akın var oraya. Hem Türkiye'nin güneydoğusunda şoförler kazanıyor, küçük büyük müteahhitler kazanıyor. Irak'taki Amerikalı işgal güçlerinin yemeğini vermekten onların araçlarını zırhlandırmadan beton bloklarını inşa etmeye kadar her şeyini de Türkiye yapıyor. Çok kişi buralardan güzel paralar kazandı. Diplomasi bunların arkasından geldi. Biz bunu diplomaside nasıl tanımlıyoruz? Karşılıklı bağımlılık üzerinden yumuşak güç olma modeli. Halbuki olan aslında senin söylediğin gibi. İş dünyası öyle atılmış ki önden müteahhidiyle petrolcüsüyle. Petrolde iki şirket önden atılmış; PetOil ve Genel Enerji. Bir de tabii Türkiye'nin Kürtleriyle Irak Kürtleri arasında bir kucaklaşma başlamış. Bir de FETO'nun okulları, hastaneleri…onlar da oraya yerleşmiş. 90'ların ortasından beri oradalar. Bu yönüyle bakarsanız bölgeye ilk giden Özel Kuvvetler ondan sonra FETO.

"Ankara uluslararası aktörlere ‘hangisi bizim takım' diye bakma huyundan kurtulamadı"

- Diplomasi bu hikayenin neresinde?

Tüm bunların üstüne geliyor diplomasi. Sahadaki durumun böyle olduğunu gören iktidar da arka kanal diplomasisini de devamlı çalıştırıyor. İş adamları üzerinden, aşiretler üzerinden, din adamları üzerinden, kendi birtakım tanıdıkları üzerinden yürüyen bir alışveriş var. Onun için de karmaşa var. Ama bir türlü senfoni orkestrası gibi çalışamıyor bu parçalar. Mesela Kerkük'e kadar giden boru hattı Basra'ya kadar da gidebilir. Şimdiye kadar 50 kere uzatılırdı istenseydi. Ama bunun için de Türkiye'nin adı konmamış bir mücadelesi var Bağdat'ta. O dönemde hatırlarsak Sünni Araplarla daha ayrıcalıklı bir ilişki kurulmaya çalışıyorduk. Şii Araplar daha kör noktaydı. Hep bir onu ona tercih etme durumu. Türkmenlerle Kürt arasında bir tercih noktasıydı önce. Sonra Kürdistan Bölgesi ile işler düzelince bu sefer KDP ile KYP arasında. Nedense devamlı bir ‘hangisi bizim takım' durumu. Bir türlü istihbaratıyla askerisiyle hariciyesiyle ekonomisi enerjisiyle masanın etrafında oturup somut olarak Türkiye'nin çıkarları nedir diye konuşulamadı. Bu yapılır ki siyasi iktidara bir şey sunulur. Burada öyle olmadı tabii. Burada iş hayatı iktidarı zorladı. İş adamlarının iktidardan talepleri vardı onlara yanıt verildi.

"İş insanı iş yaptığı yerde Türk bayrağını görünce rahat ediyor"

- Irak Kürdistan'ında iş yapanların ne tür talepleri vardı ki?

İş insanı ne ister? Benim orada konsolosluğum olsun, yeri geldiğinde oradan noterlik nüfus hizmeti vesaireyi alayım, ayrıca ben orada bayrağı görünce rahat ediyorum. Mantık bu. Orda Türkiye başkonsolosluğu varsa orası artık iş yapmaya açık bir siyasi ortam demektir. Öbür taraftan "vatan mevzu bahis ise gerisi teferruattır" şeklinde özetlenecek yaklaşım da bir yerlerde devam ediyor. "Önce biz oradaki Kürdün burnunu sürttürmeliyiz" yaklaşımı. Bu Celal Talabani ile Mesud Barzani aşiret değil miydi, bunların muhatabı en fazla albay değil miydi? Şimdi nasıl olur da koskoca Türkiye cumhurbaşkanının karşısında yanında kendi bayrağını da koyarak görüşürler?

Bütün bunları söylerken hep aklımda 14 Mayıs'tan sonra Türkiye'de yeni bir yönetim olacak, bu yönetim bu kez bu işleri doğru yürütsün düşüncesi var. Mesela Suriye'nin kuzeyinde Kürtler de bizim akrabamız çünkü buradan oraya sürülmüşler. O zaman ben hala Irak'taydım 2011'de. Şunu söyledim Ankara'ya; Irak'ta 2003'te Kürt boyutunu bile isteye ıska geçtik, geç kaldık, bu defa öyle olmasın, Suriye Kürtleriyle şimdiden temas kuralım, ters ayakta yakalanmayalım yine. O zaman hatırlarsan –ben söyledim diye oldu demiyorum tabii- Salih Müslim falan nihayet Türkiye'ye gelip gitmeye başladı. Fakat o da başarılamadı.

"Türkiye'nin güneyinde bir güvenlik kuşağı oluşturması Suriye ve Irak Kürtleriyle doğru ilişkiye bağlı"

- Suriye'deki Kürtler meselesine diplomatik bakış açısı geliştirmek için Iraklı Kürtler örneğinden ders çıkartılması gerektiğine göre ikisi bambaşka politik coğrafyalar olsa da iki konunu Türkiye bakımından ortak bir açısı var diye düşünüyorsun anladığım kadarıyla. Nedir o iki ülkeyi Türkiye açısından ortak kesen şey? 

Türkiye'nin bir güvenlik kuşağı oluşturması Suriye ve Irak Kürtleriyle doğru dürüst ilişki kurmasından geçer. Efendim "onlar PKK'nın uzantısı, öbürleri bilmem ne". Zaten diplomasi dediğiniz şey bu tür çelişkilerin yönetilmesine dayanıyor. Bunları yöneterek Türkiye kendiliğinden o güvenlik kuşağına kavuşur. Oralarda iş de yapar. Hatta Türkçe de oralara gider. Ben görev yaptığım sırada Erbil'de şahit oldum pek çok çocuk Türkçe konuşuyordu. Acaba FETO okuluna mı yoksa Bilkent'e mi gidiyor diye araştırdığımda çocukların evde Türkiye televizyonlarını seyrederek kendiliğinden öğrendiğini anlattılar hep.

"Esad 14 Mayıs'tan önce sizinle o resmi vermez, bekler"

- İstersen bu kadar Suriye'yi anmışken oradaki gelişmelere de hızlı bir bakış atalım. Üç ay önce Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Hakan Fidan Moskova'da Suriye Savunma Bakanı Ali Mahmud Abbas ile görüştü. Zaten Fidan ve Suriyeli mevkidaşı Ali Memluk daha önce de yine Moskova'da bir araya gelmişti. Arap basınında Esad rejiminin barışma için ön koşulunun Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Suriye'den çekilmesi olduğu yazılıp çiziliyor. Tam olarak ne oluyor?

O da işte 14 Mayıs'ı bekliyor. Önümüzde 14 Mayıs varken karşınızdaki bunca zamandır husumet güttüğünüz muhatap sizinle o resmi vermez, bekler. Bu kadar sıkmış dişini ne olacak.

"Suriye'den çekilmek lazım ama modalitesi önemli"

- Peki sana göre Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye'den çekilmeli mi?

Evet. Ama isterim ki arkadan bir şeyler söyleyeyim. "Uzatma, evet mi hayır mı?" diye sorarsan "evet" derim. Şam'la konuşmayalım mı? Konuşalım evet ama… Diplomatlara hep ‘ama'dan sonrasını dinleyin diye öğretiliyor ya. Havalı bir diplomatik tabir kullanırsam çekilelim de modalitesi nedir? Hangi zaman zarfında, hangi aşamalarla, hangi alışverişler içinde, kiminle neyi konuşarak çekilelim? İdlib'ten çekilmekle Afrin'den çekilmek aynı mıdır? Amaç neydi, ne elde edildi? Kararı kim verecek?

Bir de şu var. Diyelim ki ben seçilmiş başbakanım, sen dışişleri bakanısın, şurada da savunma bakanı var. Oturuyor, konuşuyoruz ve böyle bir karar alıyoruz. Silahlı Kuvvetleri davet ediyoruz ve talimat veriyoruz "çekilmek için gerekli hazırlıkları yapın" diye. Güvenlik bürokrasisi karşı ise tabii ki fikrini söyleyecek ama yine de alınan politik kararı uygulamakla yükümlüdür. Ona taş koymak ya da ona bir alternatif geliştirip başka yollara sapmak değildir farklı görüş söylemek.

Mesela İran'da 1979'da İslam devrimi oldu. İran, Türkiye açısından bir tehdit haline geldi. Saddam Hüseyin döneminde Irak belinde silahla Özal'ın karşısında oturan Taha Yasin Ramazan'ı hatırlayalım. Hafız Esad'ı hatırlayalım. Bu ülkelerde devlet yapısında gevşeklik, başkentlerin zayıflaması Türkiye için iyidir. Ama bu içeride konuşulacak konudur. Ben bunu şimdi konuşuyorum çünkü artık içerde değilim. Ankara'da buğun bir ulusal güvenlik değerlendirmesi yapılacaksa NATO'nun baş hasmı olarak görülen Rusya'nın da başı hazır Ukrayna ile dertteyken şuna bir bakmak lazım. Ben Rusya'ya bağımlı haldeyim petrol ve gazda, bunun alternatifi nedir? Güneyimizdeki Irak'tır.

- İran da var.

İran'la belli bir ticaret var ama orada yaptırımlar var. Bilemiyorum İran'la bu konularda ne kadar iş birliği yapılabilir. Nükleer var vesaire. Daha çetrefilli bir konu. Irak'ın petrolü dünyayı geçindirmeye yeter zaten, Suudi Arabistan'dan sonra dünyanın ikinci büyük üreticisi. Bu konuştuğumuz da hala fosil yakıtlar bu arada. Fosil yakıtların hayatımızdan çıkması da yakınlaştı. 20-25 yıl içinde fosil yakıtlar kayboluyor. Buna da hazır mıyız, o da var.

Bu perspektiften bakınca yeni iktidar açısından bakarsak durum şu; AK Parti giderayak mıntıka temizliği yapıyor. Bozulan araları düzeltti; Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri. Hem 10 yıldır süren bu tahkim davası tam seçimden önce sonuçlanmış oldu. Çıkan sonuç fena değil. Üzerine yeni bir ortak gelecek kurgulanabilir. Güvenlik açısından bakalım. Irak ve Suriye'deki terör yapılanmaları Allah aşkına Türkiye'nin var oluşuna bir tehdit midir? Ya da IŞİD hala tehdit midir? Türkiye'nin güvenlik sorunu düzensiz göçtür. Hele hele yeni dönemde HDP'nin de desteğini alan bir Kılıçdaroğlu tüm bu alanlarda ezbercilikten çıkıp seçimle işbaşına gelenin bulacağı ortak akıl üzerinden Türkiye'nin çıkarlarına çok uygun adımlar atabilir.

"'Bağırıp çağırsanıza ceketleri atıp kapışsanıza' deniyor"

- Biraz önceki tespitine geri dönmek istiyorum. Süzersek şunu söylemiş oldun; "Türkiye'nin komşusu ülkelerde devlet yapılarındaki çözülmeler diplomasi alanında Ankara için fırsattır ama bu kamuoyu önünde değil içerde konuşulacak bir konudur." Bu dediğin zihin egzersizini yapan birileri yok mudur şu an Ankara'da?

"Biz demir alalım istim arkadan gelsin" diye bir laf vardır Dışişleri'nde bazı durumlarda kullanılan. Bu her konuya uygulanacak bir yaklaşım değil ama ana akım bu oldu gibi sanki. Biraz önce dedim ki Erdoğan bir mıntıka temizliği yaptı. İyi oldu. Ama biz bu ülkelerle ilişkimizde neden oradan oraya savrulduk? Demek ki üst perdeden bağırmadan karşılıklı tehdit savurmadan bu işler olabiliyormuş. Zaten mesele budur işte, idare etmek. Diplomasinin küçümsenen tarafı bu. Efendim niye gülümsüyorsunuz? Bağırıp çağırsanıza, ceketleri atıp kapışsanıza. Ama çoğu zaman idare etmektir bu sanat. Diplomasi bir mesleği iyi icra yarışması değil. En liyakatlisi Lavrov. Tarih bilgisi, hukuk bilgisi, tecrübe. Ne ararsanız var Lavrov'da.

- Ama diktatörüne biat ediyor.

Şimdi artık kendini gülünç durumlara düşürüyor. Geçen G-20'de alay konusu oldu "Ukrayna bize saldırdı" falan gibi laflar edince. Niye? Çünkü siyasi talimat bu. E diyebilirsiniz ki bırakabilir pozisyonunu. O sistemde onu bile yapamaz.

"Bir dış sorundan birileri ekmek yiyorsa o sorun bir sektöre dönüşüyor"

- Bugün Türkiye için en büyük güvenlik tehdidin düzensiz göç olduğunu söyledin. Yıllardır çok konuşulan ulusal güvenlik belgesinde de bu konu ilk sırada mıdır acaba?

Bizim ‘ulusal güvenlik çıkarı' dediğimiz saplantılarımız var ve sanıyoruz ki kara kaplı bir kitap -pardon kırmızı kaplı- var bunlar orada yazıyor. Bu "Haliç'in altında altın var, Japonlar çıkaracaktı" gibi bir şey. Böyle bir kitap yok, olamaz da.

Herhangi bir sorundan birileri ekmek yiyorsa -bürokrat, omzu apoletli ya da takım elbiseli- o sorun kendi içinde bir sektöre dönüşüyor oradan ekmek yiyenler için. Benim korkum Suriye açısından da iş buraya gidecek. Bundan 30 sene sonra herkes Suriye'den çıkmış, bütün konular kapanmış olacak. Ama Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Suriye içindeki varlığı ve bunun ustası olmuş birtakım diplomatlar aracılığıyla elden ele verilen bir başka dosya olacak diye endişe ediyorum. Ustası olmuş derken şunu kastediyorum; hangi karar BM'den ne zaman niye çıkmış bilen ona göre pozisyon alan gelenek. Tıpkı Kıbrıs gibi, tıpkı Ermeni soykırımı meselesi gibi. Yani aklına gelebilecek bütün netameli konular.

"Petrol dünyanın en kirli ve gri alanlarından"

- 2013'ten beri devlette değilsin ama 2003-2013 arasındaki dönüşüm sürecini Erbil Başkonsolosu olarak işin kalbinde izledin. Bir konsolosun her türlü bilgiye sahip olmasının mümkün olmadığının farkındalığı içinde yine de soracağım. Senin konsolosluğun AKP iktidarı mensubu ya da bir siyasetçinin ailesinin ya da akrabalarının ya da yakınlarının petrol ticareti üzerinden haksız kazanç sağladıklarını düşündüğün durumlar oldu mu?

Kerkük-Ceyhan'la ilgili anlaşmanın iki tarafı var; Türkiye ve Irak devleti. Uluslararası petrol ticareti olarak bakılırsa aracı kurumlar var malum ve bunlar kirli işler. İsviçre'de bunların çoğu. İşte Glencore'dan tutun Gunvor'a. Bunlar bugün de bal gibi Rus petrolünün taşınmasına aracılık ediyor. Bu gri bir alan. Efendim bu yasak mı yasak ama yapılıyor işte O petrol küresel ölçekteyse ya da bir alıcısı varsa mutlaka ulaşacağı pazarı bulur. Bizim örneğimize dönersek demek ki bu petrol mutlaka Türkiye'ye gelecek. Siz burada düzgün çerçeve kurup iş ortamını iş yapmak isteyen tüm Türkiye şirketlerine açık bir şekilde ve kendi TPAO'nuzu da katarak bu işlerin içinde olmak yerine kendinizi başka bir denklem içinde buldunuz. "Bu işi nasıl boğarım" diyen müesses nizam ile "ben buradan nasıl ekmek yerim" diyen siyasi iktidar arasında. 14 Mayıs sonrasında bu iki anlayışı da sırt sırta koyup göndermek lazım 14 Mayıs sonrasında.

- Onu anladım da ben şunu soruyorum; "ben bu işten nasıl ekmek yerim"cilere tanık oldun mu?

Erbil'de görev yaparken o kadar çok zenginlik vardı ki Türkiye'nin hatırı sayılır müteahhitleri, dönemin bakanlarını birebir tanır oldum. Hatta o zaman senle bir söyleşi yapmıştık da "ihale takipçisi gibi çalışıyorum" türünden bir şey demiştim ortalık birbirine girmişti. "Vay gördünüz mü şerefsiz konsolos bir de açıkça söylüyor. Adam çantacı olmuş, rüşvetçi olmuş" demişlerdi. O kadar salağım ki röportaj verip itiraf ediyorum. Söylemeye çalıştığım şuydu; diplomatın özel sektörün önünü açacak şekilde çalışması gerekir. Ama iki şirket ihaleye giriyorsa diplomat "o değil bu olsun" diye devreye girmez. O yaşadıklarımdan da bir ders çıkardım bu arada. Tamam eskisi gibi yüksek duvarların arkasına çekilmeyelim ama medyayla da iş dünyasıyla da diplomatın aşmaması gereken bir çizgi olduğunu da anladım. Çünkü bunu iyi niyetle de yapsanız işin sonu hep kötü oluyor. O ilişkileri belirli bir çerçevede tutmakta fayda varmış. Kendim için çıkardığım ders o oldu.

Ben kimseyle bir akçeli alışverişim olmadan kendime böyle bir ders çıkardım da AK Parti bir ders çıkarmış mı kendine? Çıkarmadığı belli. Bütün deprem bölgesindeki ihaleler yine davet usulü yapıldı mesela. Bütün büyük işler davet usulü yapıldı. Hepsi gözümüzün önünde oldu, biz bunun içinde yaşadık. Böyle bir yapının komşularının liderleriyle ya da Katar emiriyle ne iş tuttuğunu biliyor muyuz? Suudi Arabistan bize niye habire para veriyor, biliyor muyuz?

"Demek ki anlatılamayacak şeyler var…"

- Tekrar sorayım; Erbil Başkonsolosu olduğun dönemde iktidara yakın kimsenin petrol ticareti üzerinden haksız kazanç elde ettiğine dönük bir izlenimin ya da tanıklığın oldu mu?

Biliyorsan git mahkemeye kardeşim. Kişiselleştirmek istemem ama Öztürk Yılmaz'a devamlı "Musul'da ne oldu?" diye soruluyor. O da "anlatırım ha" deyip duruyor. E milletvekili oldun, genel başkan yardımcısı oldun. Anlatılmadı. Demek ki anlatılmayacak bir şeyler var. Ya anlatacak hiçbir şey yok ya da anlatılamayacak şeyler var. İki halde de "anlatırım ha" dememek lazım. Benim şahit olduğum, birebir bildiğim, yasaya aykırı bir konu varsa o zaman görevdeyken bile yapmam gereken şey "elimde işte bu belgeler var buyurun" deyip ya kendi idareme ya savcıya bildirmem gerekirdi. Şimdi 10 sene sonra çıkıp da "ben o zaman şöyle şeylere şahit olmuştum kenarından" denmez.

Bu petrol konusu dünyanın en kirli ve gri alanlarından birisi. Tabii Türkiye bir süredir ayrı bir lige düştü. Ama kimse kimseyi kandırmasın. Şimdi Rus petrolü için de bu böyle. Dünyanın en büyük uluslararası şirketlerinin Afrika'da oraların hükümetlerini nasıl yozlaştırdığını biliyoruz. Irak'ın keza yolsuzluk içinde olduğu malum. Irak Kürdistan'ı da bundan ayrı değil. O da ortaya çıktı iyice. Türkiye'nin de yolsuzluk hukuksuzluk endeksinde nereye düştüğü ortada. E öyle bir iktidarın dış politikası da bu kadar olur.

"Sayın Davutoğlu umarım özeleştirisini yapmıştır; Türkiye soydaş-akraba saplantılarından kurtulmadan yol alamaz"

- Analizlerinden 14 Mayıs'ta iktidar değişimi umudu içinde olduğunu anlıyorum. Senin heralde Millet İttifakı konusundaki kişisel çelişkin kazanmasını istediğin grubun içinde Ahmet Davutoğlu'nun da olması. Senin diplomatlık kariyerini sonlandırma kararına neden olan faktörlerden birisiydi kendisi. Onun da Kemal Kılıçdaroğlu'nun kazanması için çalışıyor olması nasıl bir duygu yaratıyor sende?

Arka kapıdan çıkmak denir buna. İstifa edersiniz ve arka kapıdan çıkarsınız. İstifa tek taraflı bir tasarruf. İstifanın, istifa ettiğiniz kurum üzerinde bir etkisi de pek görülmemiştir. Bir şeyleri değiştirmek niyetiniz varsa pek de önerilen bir yöntem değildir istifa. Ama bu aynaya bakmakla ilgili. Benim için aynaya bakabilecek halde kalmak önemli.

Doğru, seçimin muhalefet tarafından kazanılmasını isterim. Saadet ve Demokrat Parti dışındaki tüm partilerin içinde çok kıdemli meslek büyüklerimiz var. Ben biraz önce kendi özeleştirimden bahsettim. Ahmet Davutoğlu da umarım o dönem için kendine dönük bir özeleştiri çıkartmıştır. Kendimi onunla kıyasladığım için söylemiyorum bunu, yanlış anlaşılmasın. Ben orta düzeyli bir diplomat olarak istifa ettim. Kendimce özellikle Erbil'de yaşadıklarımdan bir ders çıkarttım. Kendisi çok güçlü bir danışmanlık, dışişleri bakanlığı, başbakanlık yaptı. O da umarım özellikle Suriye, Irak, Araplar, İslam konularında ders çıkartmıştır. DEVA mesela "Biz İslamcı değiliz" diyor. Ahmet Davutoğlu'ndan bunu duymadım ama tersini de duymadım. Eğer o gözlükle yaklaşılırsa uluslararası ilişkilere oradan hiçbir zaman hayırlı bir sonuç çıkmaz. Buna imkân yok. Bu bilimsel bir veri. Yeni Osmanlıcılıktan ya da İslamcılıktan Türkiye için buralardan bir şey çıkmaz. Bu soydaş akraba meseleleri, bu takıntılar, bu Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralınan konular sanıyorum Sayın Davutoğlu ile ayrıldığımız konular. Yunanistan, Ermenistan, Kürdistan, Kıbrıs… bütün bu konulardaki saplantılardan kurtulmadıkça bence Türkiye'nin yol alması çok güç.

"Dış politikada ‘her şey bir arada ve aynı anda' mümkün değil"

- İkinci yüzyılında Türkiye Cumhuriyeti nasıl bir dış politika ile yol almalı sence?

Türkiye'nin kendi organik tarihsel kimlik ve yönelimini hep zihninde tutması lazım. Bu, Cumhuriyet ile çok güçlü bir hal almıştır ama hep üzerine koyarak gitmiş Cumhuriyet. Önce laiklik, Lozan, Montrö, sonra Avrupa Konseyi'nin kurucusu, sonra NATO'ya da kapağı atıyor Rusya'ya karşı kendisini güvenceye alıyor. Avrupa Birliği'ne adaylık geliyor ama maalesef sonucu malum. Sayın Davutoğlu'nun Millet İttifakı'nın ortak politikalar belgesinin altında imzası var. Orada da AB'ye giriş hedefi var. AB'ye giriş hedefse, o hedef aslında o belgenin alnında yazıyor demektir. Çünkü o hedefse bütün Türkiye'nin bütün yasaları, mevzuatı, devleti AB'ye giriş için dönüşmek zorundadır. Sayın Davutoğlu da bunu imzaladığına göre demek ki kendiliğinden bu tarafa yüzünü çevirmiş diye varsaymak gerekiyor. Her şey bir arada ve aynı anda mümkün değil dış politikada. Ve tasarlamakla hayal kurmak arasında da çok fark var.

Cansu Çamlıbel kimdir?

Cansu Çamlıbel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor.

NTV'de diplomasi muhabirliği, 2005-2008 arasında da Brüksel muhabirliği yaptı. 2008'den Şubat 2019'a kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı görevlerini üstlendi.

Yaklaşık 5 sene boyunca, "Yüz Yüze Pazartesi" köşesinde, Hürriyet'in haftalık siyasi söyleşilerini yaptı. 2015-2016 döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nin Nieman Bursu'nu kazandı.

Nisan 2017-Şubat 2019 döneminde ise Hürriyet Washington Temsilcisi olarak görev yaptı.

Gazetenin, siyasi baskı sonucu el değiştirmesinden sonra istifa ederek, Türkiye'ye döndü. Gazete Duvar'daki köşesinde, dış politika alanında yazılar kaleme almaya başladı. Eşzamanlı olarak Gazete Duvar'ın İngilizce edisyonu Duvar English'in kurucu Yayın Yönetmeni oldu. Bu görevi, Ekim 2021'e kadar sürdürdü.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi üyesi olan Çamlıbel, IPI için hazırlayıp sunduğu, "Özgür Sohbetler" isimli podcast serisinde, günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik yapmanın bedeline, içeriden bir bakış sunmaya çalışıyor.
Ocak 2023'te, T24 ekibine katıldı. 
Lulu'nun annesidir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yeni Şam’ın sokaklarında boy gösteren ilk yabancı yetkili CIA direktörü olsa ne düşünürdük?

Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?

Emekli büyükelçi Aydın Sezgin: Suriye’deki yeni bir kriz hali; Fırat’ın doğusundaki PYD/YPG antitesinin varlığını sürdürme olasılığı yüksek

“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum: Çözüm sürecinde bin yıllık ittifaka ihanet edildi, Demirtaş'ın 'Seni başkan yaptırmayacağız' çıkışı da ihanet!

“Buzdolabından çıkan bir şey yok, buzdolabındaki çürümüş gitmiş. Kürtler ‘Türk milleti’nin zaten asli unsuru; birçok ulus yok, tek bir ulus var, Öcalan’ın söyledikleri kabul edilebilir değil. Ama Anayasa’da etnisiteden arındırılmış bir Türk vatandaşlığı tanımı yapılabilir… Seçim yenilenirse Erdoğan bir kez daha ama son kez aday olabilir, Anayasa’nın tanıdığı istisna tek defalıktır”

"
"