Gaziantep
Kapalı kalacağımız on dört günlük sürenin nerdeyse yarısına geldik.
İlk günlerdeki iletişim yoğunluğu ve şaşkınlığımız azaldı. Bu süre zarfında sağlık görevlilerini acımasız gardiyanlar, yemek tedarikçilerini de aksi, devlet memurlarıymış gibi algılamaz oldum.
Karantinanın dördüncü günü kapıya bir kitapçık bırakıldı. Bu içinde Gençlik ve Spor bakanı, Dr. Mehmet Muharrem Kasapoğlu'ndan mektup da olan YURDUMda Hayat Var başlıklı, boş sayfaları olan bir günlük. İster gerçek isimlerimizle ister rumuzla, buradaki tecrübelerimizi ve hislerimizi kaleme almamızı rica etmiş. İleride bugünlere ışık tutacak bir rehber kitap hazırlamak arzusunda olduklarını ifade etmiş ve "Söz uçar, yazı kalır" diye mektubunu bitirmiş.
Akşamına da kapı çaldı, herkese birer adet kırmızı karanfil geldi. Yine Gençlik ve Spor bakanından! İnsan bunca nezaketin ve ince düşüncenin altında bir çapanoğlu arıyor, yazacaklarım ileride neye delil teşkil edecek acaba, diye düşünmüyor değil. Hayır, zaten yazı uçmayıp kaldı diye pek çok yazar tutuklanmadı mı?
Koronavirüs salgını ile ne değişecek ki?
Neyse, gönderilen karanfilin suçu yok. Derhal bir su şişesini vazo yaptım, bilgisayarımın yanına koydum. "Ne çok severdi kırmızıyı. Bana gittiği yerden güç vermeye gelmiş" diye üç yıl önce ölen annemi hatırlayıp yaprağını okşadım.
* * *
Bu sabah su ısıtıcım bozuldu. Dünyanın en ucuz plastik malzemesinden, aç kapa düğmesi bile olmayan, 'fişe tak-çıkar' usulüyle çalışan kettle odadaki en büyük lüks olan çay ve kahveye giden yoldu. Güne böyle başlamak hiç hoş değil. Beş günde bozulabilen bir kullan-at ürüne karşı bu kadar mahcubiyet duyacağımı da hesap etmemiştim. Karşısında Alaaddin'in lambası gibi dil döküp, sağını solunu ovuşturdum. Nafile!
Sabahın beşinde uyanmışım zaten, kimi nereden bulayım?
Cep telefonumu elime alıp oyalanmaya çalıştım. Hemen her mesajı yanıtlamaya çalışırım da yurt dışından gelip bizimle aynı yurtta karantinada olan takipçilerimle sanal ortamda tanışacağımı, birbirimize penceremizden süzülen manzara resimlerini atacağımızı hiç tahmin etmezdim. 'Memleket nere hemşerim' stayla değil, öğrenci yurdunun hangi bloğundan, kaçıncı katından olduğumuzu filan soruyoruz. Ha bir de hangi gün, dünyanın neresinden yola çıktığımızı. Kimi Belçika'dan gelmiş, kimi Houston'dan, kimi New York'tan…
Saat altıya kadar öylece oyalandım. İzmir Türk Koleji arkadaşlarımın toplu ve tek tek mesajlarını okudum, cevapladım, komik videolarını filan seyrettim ama kahve içmeden sabahı atlayamayacağım. Hayır, benim başıma ağrı da girer birazdan.
Ortalıkta hâlâ çıt yok. Koridora çıktım. Geçenlerde sabıka kaydımı yapmış fotoselli koridor ışıkları yine beni 'şak' diye tanıdı. Bir önceki gün, koridorun sonundaki odalarının kapı ağızında durup birbirleriyle sohbet eden gençlerden cesaretle asansörlere kadar usulca yürüdüm. Kat görevlileri yok, sabah vardiyası henüz gelmemiş. Geri dönerken aklıma geldi: Benim tam karşımdaki odada kalan kimse yok. Biliyorum zira birkaç gündür ateş ölçmeye gelip kapıyı çaldıklarında ya da önüne yemek koyduklarında açan olmayınca kat görevlileri ellerindeki listeye bakmış, sonunda açıp içerisinin boş olduğunu tescillemişlerdi.
Odama doğru geri yürürken şeytan dürttü. "O odanın kapısını tıklatsana, Caner."
Hayır, tıklatayım da içeride ya uyuyan varsa? Zaten duyup anında cevap vermeyecektir. Biri varsa ve ben kapıyı açıp içeri girdiğimde ya çığlık atarsa? Rezalet!
Odama geri döndüm. Su ısıtıcısına hürmetle bakıp son bir ricada bulundum. Yok, bugün keyifsiz!
Cep telefonumdan sanal markete girdim. Hemen sipariş ettim ama teslimat tarihini vermedi. En iyi ihtimalle bir sonraki gün gelecek. Saat de geçmek bilmiyor. Karşı odayı açıp baksam mı? Zaten gireceğim yer salon, sessiz olursam yatak odasındakini de uyandırmam. Geri döndüğümde de ellerimi yıkarım.
Tekrar bir cesaret koridora çıktım. Bu defa kararlıyım. İçeri gireceğim. Önce kapıyı birkaç defa tıklattım. Tahmin ettiğim gibi, ses gelmedi. Yavaşça açtım. Gayet klişe olacak ama gerçekten "Giiiiyt" diye ince bir ses yayıldı kata. Biraz ilerledim. Valiz, çanta hiçbir şey görünmüyor. Evet, gerçekten de burada kalan yok. Birkaç adım daha attım. O anda hava açık pencereden cereyan yapıp odanın kapısı "Güüüüm!" diye çarpmaz mı? Yerimde zıplamak biraz rahatlattı doğrusu. Birkaç saniyede toparlanıp masanın üzerine baktım. Bu odada su ısıtıcısı yok. Havlu, diş macunu, fırçası, çamaşır suyu, el sabunu var ama o yok! Ya bırakılmamış ya ben gibi birisi gelip aşırmış. Lanet olsun! Bari boşu boşuna girmiş olmayayım, dedim. Havlularım da kirlenmişti. Şunları bir güzel alayım. Bir koli de pet şişe su kapayım ne olur ne olmaz.
Ganimetlerle odama geri döndüm. Biraz daha oyalanayım. Instagram'a gireyim. A-a! Bir önceki gün "Kaçıncı kattasın abi" diye yazan ve "Dördüncü kattayım" diye cevap verdiğim İlhan isimli kişiden yeni mesaj gelmiş: "Ben Mehmet abinin olduğu yerdeki kat görevlisiyim, abi. Bir ihtiyacın var mı?"
O an ya birileri bizi gözetliyor ve başımıza gelecekler var ya bu virüs gerçekten bazı şeyleri değiştiriyor, diye düşündüm. Yeni normalde Sağlık Bakanı herkese çiçekle birlikte mektup gönderiyor, çaresizlikten korsanlık yaptığım yurtta bir internet takipçim derdime beş dakikada derman oluyor.
Neyse, yeni gönderilen ısıtıcıyla sonunda kahvemi yaptım. Kâğıt bardağı sıcak sıcak elime aldım, kokusunu içime çektim, pencereyi açıp güneşe çıktım, tahta sandalyemin sırtına yaslandım.
Vazoya yerleştirdiğim karanfilin ruhundaki annemi özlemle seyrettim.