Uzun yıllar katliam, yıkım, kıyım, ölüm ve tecavüz görmüş Güney Sudan, 9 Temmuz’da, Afrika Kıta’sının “devletler ailesininin” taze üyesi oluyor; Şubat ayındaki referandumun ardından.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama kararı verdiği, eli kanlı diktatör Ömer El Beşir’in bir kaç yıl önce Türkiye ziyaretinin “Ankara Havası” ile karşılanmasına gösterilen tepkinin verdiği olanakla, Güney Sudan’da neler yaşandığı bilgisine,sınırlı olsa da, vakıf olmuştuk basın aracılığıyla. Ancak iç savaş denilen insanlığın en çirkin yüzünü gösterebilmek, ansiklopedik bilginin boyunu aşar. Değerli tarihçi Eric Hobsbawn’ın deyimiyle; “yirminci yüzyılın barbarlığın tırmanış yüzyılı olduğunu” bir kez daha gösteren Güney Sudan’ın Lost Boy’u(kayıp çocuk) Akoi Manyiel Guong’un, gerçek ve bir o kadar da barbarlığın kanıtı sözlerine sadece kulakları değil ruhları da kabartmak gerekiyor.
Akoi Manyiel Guong’u Avustralya Refugee Week’de (Mülteciler Haftası) yayinlanan kitabı dolayısıyla tanıdım. Röpartaj için buluşmaya gittiğimde Sudanlılara özgü uzun boyunun haşmetine rağmen, ürkekliği, ilk dikkatimi çeken şey oldu. Siz de öyküsünün sonunda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Akoi Kuzey’deki Müslüman çoğunluk Araplarla Güney’deki azınlık Hristiyan Afrikalılar arasında kaç kuşak kaldırmış iç savaşın ortasına doğmuş; 1977 yılında. Babasının kabilesinin lideri olduğu köyünde çocukluğu çobanlık yaparak geçmiş. Hayatı 10 yaşına geldiğinde, geçmişi bir daha yakalayamamacasına değişmiş: “1987 yılıydı. Radyoda politik marşlar dinliyorduk. Zira iç savaş yılları, Sudan Halk Kurtuluş Örgütü direnişteydi. Şeriat yasalarının varlığından çok rahatsızdık. Bir gece, askerler köyümüzü bastı; isyancı örgüte destek verdiğimiz gerekçesiyle. O gece ben ve benim akranlarım erkek çocukları köyü terk etmek zorunda kaldık, kaçtık. “ Akoi’nin anlattığı gibi; babasının ona, aklı erer ermez öğütlediği ilk şeymiş askerler geldiğinde hemen kaçmak: “ Kadın ve kız çocukları milislerin daha çok hedefindeydi. Tecavüze uğruyorlardı. Askerlerin hedefinde ise erkek çocuklar vardı. Ya bizi alıp, askerleştirip, halkımıza karşı savaştırıyorlar ya da öldürüyorlardı.”
Anlaşılır nedenlerle çok da o geceye girmek istemedi. Ama meşhum gecede, babası, kardeşleri ve çocuklarının öldürüldüğünü çok daha sonra öğrenir. Annesi ve bazı kardeşleri ise kurtulur katliamdan. .
10 yaşındaki bir çocuğu “büyüten” gecenin karanlığında durmadan koşar ve yürürler; direniş örgütünün militanlarının öncülüğünde. Çobanlığın, ruhu onaran, güzelleyen hallerinden, elinde silah, savaşın öyle ya da böyle ruhu parçaladığı durumlara geçiş yapar. Çocuk askerdir artık 14 yaşına kadar. Savaşın bitmeyeceğini anladığında ise Kenya’ya gitmeye, eğitimine devam etmeye karar verir. BM’nin mülteci kamplarında yaşar 4 yıl: “Kampın dışına çıkmamıza izin verilmiyordu. Okula gidiyorduk ve aynı zamanda inşaatlarda çalışıyorduk. Bedava emek gücüydük.”
Kenya’ya geldiğinde annesi ile bir radyo aracılığıyla kontak kurar ve kendisinde emeği çok olan bu kadınla 5 yıl sonra kucaklaşır, erkeklik kültürünün evrensel değeri gereği ! gözyaşlarını içine akıtır.
Birleşmiş Milletlerin verdiği adla, Lost Boys’lar, Akoi ve onun gibi yerinden zorunlu çıkmak zorunda kalan çocuklardır artık. Kayıptırlar, anne ve babasız büyümek zorunda bırakılırlar. Ve bugün farklı ülkelere dağılan Lost Boys’ların sayısı 20 bin civarında.
Mülteci kamplarında ömürleri törpülenen binlerce sığınmacı gibi o da, “gelişmiş” dünyanın ülkelerine giriş yapmak için başvurur ve 2003’te Avustralya’ya kabul edilir.
Şimdi Güney Avustralya’da yeni gelen mültecilere kamu hizmeti veren bir merkezde çalışıyor. Diğer yandan da üniversitede kendi tarihini yansıtan bir bölümde; “arabuluculuk ve uyuşmazlık çözümü” alanında master yapıyor.
10 yaşında parçalanan, ve daha da lime lime edilen ruhu nasıl bir araya getirebildiğinin sırrını da bilince ve inanca bağlıyor: “ Biz bağımsızlık için savaştığımızı biliyorduk. Bu yüzden ölümleri doğal karşılıyorduk, zorlukların hepsini kurtuluşa giden yolun bir parçası olarak görüyorduk. Bu anne ve babalarımızın geçtiği süreçlerin bir benzeriydi. Sonuç her ne olursa olsun savaşmak zorunda olduğumuzu biliyorduk.”
Avustralya’nın mülteci ve göçmen politikasını sorduğumda ise; “yoğurdu üfleyerek yeme” deyimini hatırlatan bir ihtiyatla konuştu: “ Irkçılığı eleştiriyorum, binbir zorlukla buralara gelen Siyahlar hala kolay iş bulamiıyor, vasıflı sıfatıyla gelenler bile. Avrupalılar da buraya uçakla değil botla geldi. (bot deniz yoluyla zorunlu göçü simgeliyor). Herkes şunu bilmeli hiç bir botun birbirinden farkı yok, hepimiz aynı bottayız. Neden insanlar mülteci olur? Bunu düşünmeliyiz. Savaşları sorgulamalıyız. Çünkü Batı’da yaşananların bir parçası.”
Yaşadıklarını “Realising the Dream” (Rüyayı Gerçekleştirmek) kitabında toplayan Akoi, kitabın bütün gelirini de Uluslararası Güney Sudan Eğitim Kalkınma Vakfı’na bağışlayacak. Bütün derdi ise azmin gücünü gelecek kuşaklara aktarmak, buradaki Güney Sudanlı çocuklara tarihi bir miras bırakmak, mülteci olarak gelenlerin aslında hangi zorluklardan geçtiğini kör, sağır, dilsiz kalanlara, inadına anlatmak.
9 Temmuz’u heyecanla bekliyor . Zira kıyım ve yıkımın “adeleti” Akoi’ye göre o gün sağlanmış olacak.