14 Haziran 2022

Rekabetçi otoriterliğin bilimselliği ve 'kategorilerin emperyalizmi'

Bana kalırsa ihtiyacımız olan genelleştirilebilir soyutlamalardan ziyade, olumsallığın ve insan eylemliliğinin önemine odaklanan, özgüllüğü evrenselliğin karşısına koyan değil, evrenselliği özgüllükten görmeye çalışan bir perspektif

10 Haziran sabahı sevgili dostum Hasret Dikici Bilgin'in "Rekabetçi otoriterlik" safsata mı? başlıklı yazısını okudum ve her zamanki şakalaşmalarımıza ithafen başlıkta sorulan soruya hızla bir "Evet" yanıtı verdim. Yazıyı okumadan önce, Taha Parla'nın yine T24'te yayımlanan Rekabetçi otoriterlik safsatası başlıklı yazısından haberdar değildim ve bu vesileyle onu da okuma fırsatı buldum. Rekabetçi otoriterlik tartışmasının özellikle rekabet veya seçimle ilgili kısmına ilişkin ihtilaflar etrafında dönen bu yazılar elbette son derece önemli ve gündelik hayatımızı maalesef çok da iç açıcı olmayan bir şekilde sürekli olarak etkileyen siyasi duruma ciddiye alınması gereken bir ışık tutuyor. Tartışmanın bu tarafına ilişkin söylenecek daha çok şey var ve umarım bu tartışma, bunları açacak şekilde genişlemeye devam eder. Ben bu yazıda, konunun başka bir tarafına değinmek istiyorum.

Mevzubahis tartışmanın kaynağı siyaseti doğa bilimleriyle benzer bir şekilde ve benzer bir felsefi varsayım seti üzerine bilimselleştirme ve siyasetin bilimini kurma girişimi. Bu gelenek ilk kez Neo-Kantian filozof Windelband'ın yaptığı şekliyle nomotetik ve ideografik ayrımının katı bir şekilde nomotetik tarafında duruyordu. Yani genelde sosyal bilimlerin ve özelde siyaset biliminin temel görevini tekil örnek ve vakaları incelemektense, çok sayıda vakayı karşılaştırmalı olarak ele almak ve bu vakalardan olabilecek en geniş ölçekli genellemeler yapmak (başka ifadeyle nomotetik sonuçlara ulaşmak) şeklinde tarif ediyordu. Geçmişteki, özellikle Marx ve Weber'den beslenen tarihsel sosyolojik yaklaşımları davranışçılıkla birleştirerek 1960'lardan itibaren önce Amerika Birleşik Devletleri'nde, sonra da bu yaklaşımın ihraç edildiği diğer ülkelerde Parsons-Shils paradigması hakim hâle geldi. Nomotetik yaklaşımın alamet-i farikası, doğa bilimlerindeki epistemolojiyi, yani ampirik araştırma nesnelerini genelleştirerek yasa koymak, koyduğu yasayı da aynı tipte gördüğü diğer araştırma nesnelerine uygulamak şeklinde özetlenebilir. İdeografik yaklaşım ise, durumların, vakaların ve araştırma nesnelerinin özgül niteliğine ve yeganeliğine vurgu yapar ve dolayısıyla da bu tür bir anaakım 'siyaset bilimi'nde ideografiye pek yer yok. Peki ya özgül araştırma nesnesi nomotetik kategorilere uymazsa ne olur? Sanıyorum tartışmanın sonuçsuz kalmaya mahkûm olmasının başlıca sebeplerinden biri bu.

Biraz daha açalım. 1950'lerden itibaren devreye giren modernleşme teorisini merkeze alan bu yaklaşım, ABD'deki siyasi kurumsal konfigürasyonu veya kabaca devleti ve onun örgütlenme şeklini insanlığın gelişiminin en yüksek aşaması ve zirvesi olarak gördüğü için, modern devleti Batı Avrupa'nın özgül bir niteliği olarak tanımlayan Weber'in aksine, bu konfigürasyonu dünyanın geri kalanı için taklit edilen, taklit edilmesi gereken ve taklit edilecek bir model olarak tesis etti. Her ne kadar 'Karşılaştırmalı Siyaset' alanında artık bu eleştirilere kısmen yer veriliyor olsa da bir taksonomiden veya tipolojiden kaçılabilmiş görünmüyor. İç içe geçmiş birkaç sorun var burada, ama burada kilit önemde gördüğüm bir soruna odaklanacağım: Başlıkta da işaret ettiğim 'kategorilerin emperyalizmi' meselesi. Kavram bana ait değil, Susanne Höber Rudolph'un tam da bu meseleye ilişkin önemli makalesinin başlığından alıntı.[1] Kabaca süreç şöyle işliyor: Weber bir ideal tip olarak Batı Avrupa'daki özgül örgütlenme biçimine modern devlet diyor ve modern devlet ideal tipinin dünyanın geri kalanına uygulanamayacağına işaret ediyor. Parsons ve Shils bunu formalize ediyor ve bu çerçeve nomotetik bir yaklaşımla evrenselleştiriliyor. Hegemonik devletin hegemonik kurumları aracılığıyla bu evrenselleştirme pratik olarak uygulanıyor. Periferideki siyaset bilimciler de kendi ülkelerini bu taksonomiye uydurmaya çalışıyor. Problem ne tipoloji üretilmesi, ne bu tipolojinin analitik amaçlarla kullanılması. Weber'in ideal tiplerine ilişkin tartışma zaten Marksist ve Weberci ekoller arasında sürüyor. Buradaki daha esaslı sorun, Weber'in ideal tipleri, bu tiplerin içine alınacak araştırma nesnelerinin gerçekliğini yansıtma iddiasında olmamasına karşın, yeni Webercilerde bu tipolojilerin taksonomiye dönüşmesi yani, ampirik dünyayı 'doğru' sınıflandırma ve her devleti doğru bir biçimde adlandırarak doğru rafına yerleştirmeyle sonuçlanmış olması. Bilimin ve bilginin apolitik olduğu dogmatik görüşünün hakim olduğu bu süreçte, bu dogma 'kategorilerin emperyalizmini' yeniden üretiyor ve buradaki güç ilişkilerini maskelemeye hizmet ediyor. Oryantalist ve ırkçı nitelikleri disiplinin kuruluşundan başlayarak bu kavram ve kategorilere sirayet etmişken, bunları bilimsel kategoriler olarak kabul etmek aşılması çok güç sorunlar doğurmaya devam ediyor.[2]

Peki, cevap ideografik yaklaşıma dönmek mi? Yani emperyal yaklaşımın bilimsellik iddiasını reddederek yerel olana, karşılaştırılamazlık ilkesine veya alan çalışmalarına veya postkolonyal çalışmalara dönmek mi? Jeopolitik ve askeri amaçlarla kurulan alan çalışmaları her ne kadar sonradan başka öncelikleri olan akademisyenler sayesinde bu niteliğinden büyük ölçüde uzaklaşsa da, bu kez bütünle ilişki kurma imkanını ortadan kaldırıp yereli yersiz yüceltme riski ortaya çıkıyor. Yerli ve milli modellerin dünya halklarına ettikleri ortadayken, bu tehlikeyi göz ardı etmek de akıl kârı değil. Ve elbette İran veya Mısır'da değil, Türkiye'de yaşamak istemek bu anlamda anlaşılır. Ama bu kategorilerin izini yukarıya doğru sürünce Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın çıkması da sürpriz değil. Sanıyorum epeyce hatırı sayılır bir nüfus, Britanya veya Danimarka'da yaşamayı da tercih edecektir. Ama karşılaştırmanın göstermediği bir şey var: Britanya Ruanda'ya göçmenleri sürecek, ABD Guantanamo'da, Danimarka'ysa Kosova, Gilan'da ceza kolonisi kuracak, çöpleri de biz yakacağız.

Daha söylenecek çok söz var: Bu çerçevede demokrasinin iktisadi meselelere uygulanmaması, seçime ve seçimin sağlıklı yapılmasını sağlayacak parametrelere indirgenmesi, bütünü karşılaştırılabilir parçalar olarak görmesi, araştırmacının konumlanmışlığını göz ardı etmesi, tarihin liberal demokraside sona erdiğini örtük olarak kabul etmesi ve pek çok benzeri sorun tartışılmaya muhtaç. Elbette bu, söz konusu çerçeveyi kullanan tüm araştırmacıları kapsamadığı gibi, zamane siyaset bilimcilerinin bir nesil olarak kolektif biçimde suçlanmasını gerektirmiyor. İzleyebildiğim kadarıyla dostum Hasret Dikici de bunların birçoğuna belli bir mesafe alıyor. Ama yine de bu kadar yüklü kavramlara bu ölçüde bilimsellik atfedilmesi sorunu büyütmeye devam ediyor.

Türkiye'ye gelince, yaşananların o ya da bu şekilde kavramlaştırılma girişimleri elbette devam edecek. Rekabetçi otoriterlikten, neoliberal otoriterliğe, Bonapartizm ve Sezarizm'den popülizme kadar kavramlar mevcut iktidar biçimine atfedilmeyi sürdürecek. Derek Sayer'in başka bir bağlamda olsa da kitabına attığı başlıktaki gibi 'Soyutlamanın Şiddeti'nden olabildiğince uzaklaşmayı tercih etmek gerek. Bana kalırsa, bu yazıda eleştirilen çerçevede somuta en büyük şiddeti uygulayan kavram kümesi de bu anaakım siyaset biliminin kavram kümesi. Bana kalırsa ihtiyacımız olan genelleştirilebilir soyutlamalardan ziyade, olumsallığın ve insan eylemliliğinin önemine odaklanan, özgüllüğü evrenselliğin karşısına koyan değil, evrenselliği özgüllükten görmeye çalışan bir perspektif.


[1] Rudolph, S. (2005). The Imperialism of Categories: Situating Knowledge in a Globalizing World. Perspectives on Politics, 3(1), 5-14. doi:10.1017/S1537592705050024

[2] Siyaset biliminin kuruluşundan itibaren ırkçı kavram ve kategoriler üzerine nasıl inşa edildiği üzerine bkz. Blatt, J. (2018). Race and the Making of American Political Science. Philadelphia: University of Pennsylvania Press. https://doi.org/10.9783/9780812294897

* Can Cemgil, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi