10 Haziran 2022

"Rekabetçi otoriterlik" safsata mı?

Rekabetçi otoriterlik denilen sistemin tam otoriter rejimlerden farklı iktidar pratikleri olduğunu ve önlem alırken bunun dikkate alınması gerektiğini söylemek eleştiri zayıflığı değildir, tam otoriter olmamaya şükretmek değildir. Somut sorunlara devrimci yanıtlar verilemeyen durumlarda kayıtsız kalmayı reddetmektir

8 Haziran tarihli T24 yazısında Taha Parla Hoca'nın "Rekabetçi Otoriterlik' Safsatası" başlıklı bir yazısı yayımlandı. Taha Hoca kısaca Türkiye'deki rejimin adını doğru koymak gerektiğini, rejim eleştirilerinin de buna mukabil daha radikal olması gerektiğini söylüyor. Oldukça haklı sebeplerle "rekabetçi" sıfatını eleştiriyor. Bu yazı Taha Hoca'nın savlarına karşı bir yazı değil.

Taha Hoca'nın Türkiye'deki rejimin her türlü özgürlüğü kısıtladığı, yargıyı açık bir ideolojik aygıt haline getirdiği ve türlü sindirme politikalarıyla muhalefetin belini kırdığına yönelik değerlendirmelerine de katılıyorum. Benim itirazım iki yere. Birincisi yazıda geçen "…çevre ülkelerinin metropol akademyalarında yetişmiş zamâne 'siyaset bilimcileri' … ülkelerindeki rejimleri ipleri tam kopartmadan eleştirmiş oluyorlar (ne de olsa tam otoriter değil)" ifadesine. Türkiye'yi rekabetçi veya seçimli otoriter diye tanımlayan Türkiyeli yazarlar rejimi aklamak veya suya sabuna dokunmadan makul eleştiri getirmek bir yana, hâlâ çok partili seçimlerin olmasının rejimi demokratik kılmadığını anlatıyorlar. Taha Hoca'nın da bahsettiği iktidar pratiklerini buna örnek gösteriyorlar. Söz konusu siyaset bilimcilerle birçok konuda hem fikir değilim, ama ipleri tam kopartmadan eleştiri getirmeye çalıştıkları iddiasına katılmıyorum.

Karşılaştırmalı siyaset derslerinde hem yazıda da bahsi geçen Levitsky & Way'in rekabetçi otoriterlik teorisini anlatıyorum, hem de "zamane" siyaset bilimcilerinin Türkiye'yi bu teori kapsamında vaka olarak inceleyen çalışmalarına yer veriyorum. Rekabetçi otoriterlik teorisiyle ilgili benim de çok eleştirim var. Hele de önceki çalışmayı güncelleyen 2020 tarihli makalede bir sürü tutarsızlık var. Rejimlerin varlığının veya çöküşünün dönüp dolaşıp Batı ile ilişkilere getirilmesi başlı başına bir sorun. Devlet kapasitesi neye tekabül eder, ne kadar açıklayıcı bir kavramdır o da tartışılır. Siyaseti piyasadan ayrı gören, bu rejimleri mümkün kılanın otoriter liberallik olup olmadığını tartışmaya gerek duymayan bir yaklaşım. Ancak bu kavramı kullanmanın rejimle ipleri koparmamak, makul muhalefet yapmak gibi bir amaca hizmet ettiği iddiasına şiddetle karşı çıkıyorum. Rejimle ipleri koparmamak gibi bir derdimiz neden olsun, zaten hiç öyle bir ip olmadı ki aramızda.

İkinci itirazım "Ve bütün bunların adı rekabet oluyor, öyle mi?" sorusuna/tepkisine. Zaten rekabet denilen şey böyle olur demiyoruz ki. Türkçede özgün terimler oluşturmakta zorlanmaktan kaynaklı bir durum. Yarış desek karşılamaz, çünkü yarışmayı biz o anlamda kullanmıyoruz. "Seçimli otoriterlik" diyemiyorum çünkü öyle veya böyle seçim yapan bir dizi otoriter rejim var, onlardan ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Bir tipoloji meselesi değil bu benim için. Seçimin gerçek ama adil olmadığı bir ülkede yurttaş olmakla iktidarın açıkça kendini seçtirdiği bir ülkede yurttaş olmanın niteliksel farkı önemli. Her şeye rağmen İran'da veya Mısır'da değil Türkiye'de yaşamayı tercih ederim. Evet, seçeneklerimiz bunlar olmamalı, buna razı olmamalıyız. Demek istediğim yine de bu farkın sadece bir akademisyen olarak değil, sıradan bir yurttaş olarak da önemli olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Bir de karşımızda somut bir durum var. Seçim geliyor ve bu seçimin adil olmayacağını görüyoruz. Rekabetçi otoriterlik denilen sistemin tam otoriter rejimlerden farklı iktidar pratikleri olduğunu ve önlem alırken bunun dikkate alınması gerektiğini söylemek eleştiri zayıflığı değildir, tam otoriter olmamaya şükretmek değildir. Somut sorunlara devrimci yanıtlar verilemeyen durumlarda kayıtsız kalmayı reddetmektir. Seçime en fazla bir yıl kalmışken, daha radikal karşı bir önlem alınamıyorsa (ki somut, bu kadar kısa vadede önerilen radikal karşı önlemin ne olduğunu yazıdan çıkaramadım) seçimlere katılım oranının yüksek olmasının iktidarın elini güçlendirmeyip aksine zayıflatacağını, iktidarın muhalif seçmeni sandıktan uzak tutmak için elinden gelen her şeyi yapacağını, oylar sayılırken gidip izleyici olarak varlık göstermenin bile seçim güvenliği için kıymetli olduğunun altını çizmek neden radikal karşı önlemleri dışlayan bir şey olsun? Kaldı ki, seçimler bir safsatadan ibaretse, yani içi boş, temelsiz hale geldiyse iktidarın neden bu kadar çabaladığını nasıl açıklıyoruz?

Rekabetçi otoriterlik nitelemesini tartışalım, Türkçede daha anlamlı karşılık bulacak bir kavram arayışına girelim. Dahası gerçek anlamda rekabetin olduğu liberal demokrasilerde kimlerin nasıl seçildiğini, sermayenin rolünü ve seçimlerin alt sınıflar için ne kadar anlam ifade ettiğini de sorgulayalım. Demokrasi sadece seçimlerden de ibaret değil elbette, öncesini ötesini konuşmak lazım. Bunları bilmek, söylemekle rekabetçi otoriterlik üzerine düşünmek birbirini dışlamıyor. Her türlü baskı, sindirme, seçim mühendisliği ve benzeri uygulamalara rağmen, önümüzdeki seçimleri anlamsız görmek, yok saymak mümkün değil. Basit bir tipoloji meselesi değil ki bu, "bugün bundan sonraki günlere göre hayatımızın en güzel günüydü" dememe ihtimali.