15 Nisan 2025

The Handmaid’s Tale’in başrolleri T24'e konuştu: Bırak devrim başlasın, ayağa kalk ve savaş!

Elisabeth Moss: “Dünyanın her yerinden insanlara biraz cesaret, biraz ateş, biraz da güç verebildiğimiz için gururluyuz” | Yvonne Strahovski: “The Handmaid’s Tale ikonik bir direniş sembolüne dönüştü. Bunu hiçbirimiz tahmin edemezdik”

“Yıllarca onlardan korktuk. Şimdi bizden korkma sırası onlarda. Bırak devrim başlasın. Ayağa kalk ve savaş!” Böyle diyerek veda ediyor The Handmaid’s Tale ekranlara. Dizi tarihinin en çarpıcı distopyalarından biri, altıncı sezonuyla final yapıyor. Margaret Atwood’un öncü eseri 2017’de Trump’ın ilk başkanlığı sırasında televizyona uyarlanmış, tüm dünyada yükselen baskıcı rejimlere karşı bir direniş ve devrim sembolüne dönüşmüştü. Dizinin kırmızı pelerinli, beyaz boneli “handmaidleri”, yani zalim Gilead rejiminde  zorla damızlık olarak kullanılan kahramanları, kadın hakları mücadelesini temsil eden figürler haline gelmiş; dünyanın dört bir yanında protestoların ve kadın yürüyüşlerinin merkezine yerleşmişti.

The Handmais’s Tale’in son sezonunun üstünden üç yıl geçti. Dünyanın sorunlarıysa bırakın iyileşmeyi, daha da derinleşti ve kronikleşti. Dizinin final sezonu işte tam da böyle bir dönemde ve -ne tesadüf ki- yine bir Trump başkanlığı döneminde yayına giriyor. June ve Serena’nın kendi kaderlerine doğru yürüdüğü bu sezon, altı yıl boyunca atılan düğümleri tek tek çözüyor ve seyircinin nicedir beklediği “devrimin” ayak seslerini müjdeliyor.

Dizinin yıldızı, yapımcısı ve bu sezon dört bölüme de yönetmen olarak imza atan Elisabeth Moss ve Serena’yı canlandıran Yvonne Strahovski ile uluslarası basından temsilcilerin olduğu bir “yuvarlak masada” bir araya geldik. Dizinin kültürel ve politik etkisi, bir direniş sembolü haline gelmesinin sebepleri, June ve Serena’nın bir dost bir düşman ilişkileri ve tüm bu zorlu savaş arasında bir alevlenip bir sönen aşk üçgeni üstüne konuştuk.

The Handmaid’s Tale, 15 Nisan Salı, final sezonunun ilk üç bölümüyle eski adıyla BluTv, yeni adıyla Max’te yayında.

Elisabeth Moss, final sezonda dört bölümün de yönetmenliğini üstleniyor

Elisabeth Moss: Dünyanın her yerinden insanlara biraz cesaret, biraz ateş, biraz da güç verebildiğimiz için gururluyuz

Altı sezonluk bir hikayenin sonuna geldik. Seyirci June’un hikayesinden nasıl bir mesajla ayrılsın istersiniz? The Handmaid’s Tale’in mirası sizce nedir?

June’dan en çok ilham aldığım yön, mücadelesinden asla vazgeçmemesi. The Handmaid’s Tale özelinde onun hikayesi, çocukları için güvenli bir gelecek yaratma mücadelesi. Onun hayali bu. Bu nedenle hayatta kalıyor. Bu duruşu bana ilham veriyor ve başkalarına da ilham vermesini umuyorum. Bence diziden hem politik ölçekte, hem de günlük hayatta ilham alınabilir. June’un gücü, belki küçük bir kıza ya da küçük bir oğlan çocuğuna kendisi olmaları için cesaret verebilir, inandıkları şeyler için ayağa kalkmaları için ilham olabilir. Bu benim için çok önemli. Dizinin mirasının hem büyük ölçekte, hem de bireysel düzeyde ilham verici olmasını umuyorum.

The Handmaid’s Tale Margaret Atwood’un da dediği gibi bir “spekülatif kurgu”. Ama dizinin gerçek hayatta yaşadığımız politik gelişmelerle paralelliklerini göz ardı etmek de çok zor. İlk sezonun yayınlandığı 2017’den bu yana bir dönemin kapandığını ve o dönemde yaşanan sorunların sona erdiğini söylemek isterdim ama  dünyada kadın haklarını etkileyen krizler hala devam ediyor. Bu bitmeyen, açık uçlu final haliyle ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum.

Tam da bu yüzden zaten bitirmiyoruz. Bir devamı var. Margaret, The Handmaid’s Tale’in devamını, The Testaments’ı yazdı. Hikaye devam ediyor. Gilead hâlâ anlatılacak pek çok şeye sahip ve bazı konular tamamlanmadı, hâlâ son bulmadı. Bu, bizim gibi yaratıcılar için harika bir fırsat çünkü her şeyi güzelce sonlandırmak zorunda değiliz. Çünkü hayat böyle değil. Etrafınıza bakarsanız hiçbir şey güzelce paketlenmiş değil. Bu nedenle Testaments ile hikâyeyi keşfetmeye devam edebileceğimiz için çok heyecanlıyız. Gerçek dünyada her şeyin çözümlenmiş olmasını isterdik tabii. Ama Margaret’ın dediği gibi bu “spekülatif kurgu” ve biz hikâyeleri anlatmaya devam etmeyi dört gözle bekliyoruz.

Yazarın notu: The Testaments, 2019’da yazıldı. Roman, The Handmais’s Tale ve dizi uyarlamasının ilk sezonunun sonundan 15 yıl sonrasına zıplıyor ve Gilead’da doğup büyüyen kadınların hikayelerine odaklanıyor. Henüz kesin bir tarih verilmemekle beraber 2026’da yayınlanması bekleniyor. 

June, Elisabeth Moss

"The Handmaid’s Tale, bize korku değil, güç verdi"

June’un bir yaşam amacı olduğunu söylediniz. Sizin de böyle bir amacınız var mı?

Yakın zamanda anne oldum. June’un amacıyla kendi amacımı ayırmak artık çok zor. En önemli şey, çocuğum için güvenli bir gelecek yaratmak. Dürüst cevap bu. Artık benim için en önemli şey bu. Geçmişte bir oyuncu, yapımcı ve yönetmen olarak June’un amacını entelektüel olarak anlayabiliyordum. Ama şimdi içgüdüsel ve duygusal olarak da anlıyorum.

Günümüzde kadınların yaşadığı sorunlardan size en yakın olanı nedir?

Sanırım yine aynı cevabı vereceğim. Sadece kadınlar için değil, birçok insan için çocuklarımıza istedikleri gibi özgürce yaşayabilecekleri bir gelecek sunmak. Bu nasıl önemsemeyeceğim bir şey olabilir ki?

The Handmaid’s Tale’de yer almak dünyaya bakışınızı değiştirdi mi? Hiç “Gilead’a doğru gidiyoruz” diye korktuğunuz anlar oldu mu?

Kitabın ve dizinin anlattığı konular: Kadın hakları, insan hakları, eşitlik, özgürlük—bunlar benim için hep önemliydi. Bu değerleri diziyle kazanmadım. Hatta tam da bu yüzden teklifi kabul ettim. Kitabı okuduğumda anlattığı temalarla çok derin bir bağlantı kurdum. Uluslararası gazetecilerle konuşmak çok güzel çünkü sadece kendi ülkem hakkında değil, dünya genelinde de konuşabiliyorum. Ve evet, kesinlikle. Tüm bu sorunlar dünya çapında var. Roman ilk yazıldığında da vardı, öncesinde de vardı, şimdi de var. Korkuyla yaşamak gerektiğine inanmıyorum. Ama dünyada olup bitenlere karşı bilinçli, eğitimli ve empatik olmamız gerekli Sadece kendi hayatımıza değil, başkalarının yaşadıklarına da dikkat etmeliyiz. Korku içinde yaşamak değil ama farkında olmak çok önemli. Bu diziyi yapabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. The Handmaid’s Tale, bizim gibi yaratıcıların önemli konuları anlatması için bir platform oldu. Bu bize korku değil, güç verdi.

"Türkiye’yi çok sevdim. Harikaydı, muhteşem bir ülke"

The Handmaid’s Tale yıllar içinde dünya çapında bir direniş ve devrim sembolü haline geldi.Şu anda dünyanın bir çok bölgesinde kitlesel gösteriler var. Böyle sembol bir yapımın parçası olmak size nasıl hissettiriyor? Ve demokrasiyi ve temel haklarını savunmak için mücadele eden insanlara ne söylemek istersiniz?

Bence dizimiz – 1985 yılında Margaret’in bu kitabı yazdığı zamandan beri – o dönemde çok geçerli ve çok güncel olan meselelerle ilgili. Ve şu anda bir çok ülkede son derece güncel meseleler var. Bu yüzden biz de, sanırım, bir tür gurur ve sorumluluk hissediyoruz. Cesaret veya ilham arayan insanlara bunu sağlayabilme fikri bize güç veriyor. Bu ister yalnızca lisedeyken zorbalığa uğramadan kendisi gibi yaşamak ya da istediği kişiyi sevebilmek isteyen bir birey düzeyinde olsun, ister daha geniş çapta siyasi bir mesele olsun — dizimizin insanlara, dünyanın her yerinden farklı hayatlar süren kişilere biraz cesaret, biraz ateş, biraz da güç verebileceği fikriyle gurur duyuyoruz.

The Veil dizisini Türkiye’de çekmiştiniz di mi? Nasıl bir tecrübeydi?

Türkiye’nin çok güzel bir ülke olduğunu ve harika insanlarla dolu olduğunu düşünüyorum. Orada çekim yaparken çok güzel bir deneyim yaşadım. Sadece görünüş olarak değil, aynı zamanda içten, cömert ve sıcacık insanlarla dolu bir ülke. The Veil’i İstanbul’da, Niğde ve Aksaray’da çektik. Türkiye’yi çok sevdim. Harikaydı. Kıyılara da gitmek istiyordum, istediğim her yeri göremedim. Ama Türkiye’de geçirdiğimiz zamanı çok sevdim. Muhteşem bir ülke.

June, altı sezon boyunca büyük bir dönüşüm geçirdi. İlk başta özgürlüğünü kaybetmiş, çaresiz bir kadındı ama zamanla güçlü bir figüre dönüştü. Sizce neyi anladı da sadece kendisi için var olmayı bırakıp halkına yardım etmeye başladı? Bu süreçte sizce neyi öğrendi?

June’un gelişimi benim için de çok ilginçti. O, özgürlüğü, gücü, cesareti ve insan haklarını savunmaya çalışırken bir yandan da insani duygularını kaybetmemeye çalıştı. Bir doğruya inandı ama bu doğruya ulaşmanın ne kadar zorlu ve tehlikeli bir yol olduğunu da gördü. Bu mücadeleyi çok büyük bir kişisel bedel ödeyerek verdi. Ama bence sonunda fark etti ki, hem kendi özgürlüğü hem de başkalarının özgürlüğü aynı anda mümkün olabilir. Bu büyük bir öğrenme süreciydi. Başkaları için bir şeyler yapmaya başladığında, bir bakıma kendisi için de bir şeyler yapmış oluyordu. June’un yolculuğunda başkalarına yardım etme çabası ve kendi kimliğini keşfetmesi iç içe geçmişti.

"June, Serena’yı dizideki herkesten daha net görebiliyor. Serena'nın June’la dostluğu dürüst olacak"

June ve Serena’nın ilişkisi TV tarihinin en komplike ilişkilerinden biriydi. June’un Serena’ya duyduğu empati ve aralarındaki ilişkinin seyri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence June, Serena’yı dizideki herkesten daha net görebiliyor. Onu olduğu gibi görüyor. Onu olduğundan daha iyi ya da daha kötü biri yapmıyor. Serena’nın kim olduğunu biliyor. Bence Serena da bunu hissediyor. Bu yüzden June’un onayını, affını ve arkadaşlığını istiyor. Çünkü biliyor ki June onu affederse bu samimi olacak. June’la dostluğu dürüst olacak. June onun gerçekte kim olduğunu görebiliyor. Onun en iyi hali olmasını istiyor ama bunun gerçekleşmeyeceğine dair hiçbir yanılsaması da yok.

Dizinin politik yönleri bir yana, bir de altı sezondur izlediğimiz aşk üçgeni var. June-Luke ve Nick arasında. Luke ve June’u bir arada görmek isteyenlerin sayısı ne kadar çok olsa da June Nick’den kopamıyor. Sizce neden? June’un Nick’te vazgeçemediği şey ne?

Aşk üçgeni hakkında konuşmayı çok seviyorum (Gülüyor) Bence June ve Nick arasında savaşta oluşmuş bir bağ var ve bu, Luke’la yaşayabileceği her şeyden farklı. June ve Nick, Gilead’da yaşadıkları şeylerle birbirlerine bağlılar ve bunu başka biri anlayamaz. June ve Luke’a gelince, ikisi de ilk birlikte olduklarından beri çok değişti ve çok  uzun süre ayrı kaldılar. Bu yüzden ilişkilerini baştan inşa etmeleri gerekiyor. Dönüştükleri insanlar olarak yeniden bir araya gelmeliler. June’un kimi seçeceğini söylemiyorum çünkü bunu kolayca söyleyebilecek olsaydık  ortada bir üçgen olmazdı. Eğer sadece birini seçip mutlu ve sağlıklı bir ilişki yaşasaydı, izlemek çok sıkıcı olurdu. Bu yüzden bu sezon gerçek bir aşk üçgeni kurmaya çalıştık. Bazen Nick’e, bazen Luke’a daha çok yöneldik ama bence bu sezon sonunda tam anlamıyla bir üçgen kurabildik. Her iki tarafın da harika yönleri var ve bu yüzden “June Luke’la olmalı” ya da “Nick’le olmalı” diyebiliyorsunuz. Bence sonunda onları eşitledik, bu çok bilinçli ve kasıtlı bir tercihti. Ama bu üçgen sonsuza kadar sürmüyor, bu sezon sonlanıyor diyebilirim.

***

Yvonne Strahovski: The Handmaid’s Tale ikonik bir direniş sembolüne dönüştü, bunu hiçbirimiz tahmin edemezdik

Serena'nın bu sezonki duygusal yolculuğunu nasıl tanımlarsınız? Sizce verdiği kararları vermesinin arkasında yatan sebepler ne? “Bu noktada artık daha iyi bir insan olması gerekmiyor muydu” diye düşündüğünüz oldu mu?

Evet, muhtemelen bu noktada daha iyi olması gerekiyordu di mi? (Gülüyor) Aslında 1. sezonda bile daha iyi olması gerekirdi. Serena’nın bu sezonki yolculuğu benim en sevdiğim duygusal yolculuğu oldu diyebilirim.. Sanırım bu, kendine karşı en dürüst olduğu sezon. Onunla başladığımız nokta çok yanılsamalı, sert bir yerdi. Ama yıllar içinde yumuşadı, korkunç kararlar denizinin içinde zaman zaman kurtarıcı anlar yaşadı. Bir bebek sahibi olması kesinlikle onu yumuşattı. June’un onun değişebileceğine dair umudu ve ısrarı, Serena’nın kendine daha dürüst olmasını ve dolayısıyla June’a da daha dürüst olmasını sağladı. Bu sezon Serena’nın daha önce hiç görmediğimiz bir yanını görüyoruz—gerçekten mutlu olduğu bir an var. Daha önce Serena’nın gerçekten mutlu olduğunu hiç görmemiştik. Elbette sonra her şey çöküyor, çünkü Gilead’da ya da The Handmaid’s Tale’de genelde böyle olur.

Sizce Serena’yı motive eden şey neydi? Güç mü? Yoksa dini inançları mı? Ya da ikisinin bir karışımı mı?

Bence motivasyon kaynağı tek bir şey değil. Çok faktörlü bir durum. Yetiştirilme tarzı, dini inançları, kadın olmakla ilgili inançları, erkeklerin ve kadınların hayattaki rolleriyle ilgili düşünceleri… Duygusal zekâsı, ki bu alanda sınırlı kapasitesi var, narsisizmi, manipülatif yapısı ve Fred Waterford’dan aldığı yaralar… Bunların hepsi etkili. Ama en büyük etkilerden biri şu olabilir: O da sadece hayatta kalmaya çalışıyor. Ve bu içgüdü, belki daha cesur olup daha iyi bir seçim yapabileceği anlarda devreye giriyor. Kendi çıkarını, bütünün iyiliği için yapılabilecek doğru seçimlerin önüne koyduğu çok zaman oldu.

Seyirci karakterinizin hikâyesinden veya dizinin finalinden ahangi mesajla ayrılsın istersiniz?

Bence bu sezonun kelimesi, en azından benim için, umut. Özellikle Serena açısından konuşursak, onun kurtarılabilir biri olup olmadığından emin değilim. Bence pek çok insan için kurtarılabilir bir karakter değil. Ama değişme kapasitesine sahip olduğunu düşünüyorum. Ve bu sezon bir yere kadar değiştiğine tanıklık edeceğiz. Bu değişimi ne kadar ileri götüreceğini sezonun sonunda göreceğiz. Çünkü Serena ile ilgili asıl soru bu—iyi biri olacak mı? Bu, siyah-beyaz gibi görünen bir mesele ama aslında öyle değil. Dizideki hiçbir karakter için değil, özellikle Serena için hiç değil. Bu sezon değişim, yumuşama ve kendine karşı dürüst olma ile ilgili.

June, Serena

"The Handmaid’s Tale insanların direnişini fiziksel olarak ifade ettiği bir araca dönüştü, bu inanılmaz derecede anlamlı ve güçlü"

Dizinin ABD’deki siyasi ve kültürel etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve tersi şekilde, sizce ABD’deki gelişmeler diziyi nasıl etkiledi?

Evet, The Handmaid’s Tale yayınlandığı zaman diliminde çok önemli ve güncel bir yer kapladı. Bence hiçbirimiz dizinin dünya çapında bu kadar etki yaratacağını öngöremezdik. Dün gece Bruce Miller (dizinin yaratıcı yapımcısı) çok güzel bir şey söyledi; dizinin dayandığı kitabı yıllar boyunca birçok kez okumuş ve her okuduğunda ne kadar güncel olduğunu görüp şaşırmış. The Handmaid’s Tale 1980’lerde yazıldı ve Margaret Atwood bu kitabı yazarken hiçbir şeyi hayal ürünü olarak kurgulamadı, hepsi gerçek hayattan alındı. Bu yüzden kitap da, dizi de, hâlâ güncelliğini koruyor. Bu, Margaret Atwood’un yakaladığı güçten geliyor. The Handmaid’s Tale’de birçok mesaj var ama asıl güç, bu mesajların ne kadar yankı uyandırdığı. Bu muazzam. Ama bir yandan da üzücü, çünkü işlediğimiz temalar çok ağır.

Dediğiniz gibi, dizi dünya genelinde büyük etki yarattı, bir direniş ve hatta devrim sembolüne dönüştü. Şu anda dünyanın bir çok bölgesinde kitlesel gösteriler var. Böyle sembol bir yapımın parçası olmak size nasıl hissettiriyor? Ve demokrasiyi ve temel haklarını savunmak için mücadele eden insanlara ne söylemek istersiniz?

Dizi gerçekten ikonik bir direniş sembolüne dönüştü. Sanırım bu da hiçbirimizin tahmin edebileceği bir şey değildi. Bu anlamda çok etkileyici bir noktadayız. Bir grup oyuncu olarak sadece bir dizide yer almak için yola çıktık ama bir anda gerçek dünyada kırmızı ve mavi gibi renklerin anlamını değiştiren, bir direniş sembolüne dönüşen bir projede bulduk kendimizi. Bu çok büyük bir sorumluluk. The Handmaid’s Tale’in bu kadar etkili olması ve insanların direnişlerine bir çıkış noktası sunması gurur verici. Sonuçta sanat, hayatın bir yansımasıdır. Sanat hayatı taklit eder, hayat sanatı. Tüm sanatçılar gibi biz de hikâye anlatma gücüne sahibiz ve bunun öneminin farkındayız. Hepimizin böyle bir çıkış noktasına ihtiyacı var. The Handmaid’s Tale  sadece ekranlarda var olmakla kalmadı, insanların direnişini fiziksel olarak ifade ettiği bir araca dönüştü ve bu inanılmaz derecede anlamlı ve güçlü.

"Afişlerimizde 'Revolution' (Devrim) yazıyor. Bu sezonun en önemli teması: Umut"

Bugün toplumda kadınlarla ilgili bir şeyi değiştirebilecek olsanız, bu ne olurdu?

Sanırım bu sorunun cevabı oldukça net. Kadın yürüyüşleri düzenlemek, bazı haklarımız için savaşmak zorunda kalmasaydık ne güzel olurdu. Bu, değiştirmek isteyeceğim şey olurdu.

Siyasi yönden devam etmek istiyorum çünkü dizinin ilk sezonunun 2017’de yayımlanması ve final sezonunun şu anki siyasi ortamda çıkmasıyla birlikte, The Handmaid’s Tale belirli bir dönemi açıp kapatmış gibi görünüyor. Ama ABD başkanlık seçimi sonuçlarını ve kadın haklarına yönelik tehditleri görünce, bu bir kapanış değil de hâlâ devam eden bir mücadele gibi. Bu sizi şaşırttı mı?

Bu dizide beni en çok etkileyen şeylerden biri şu oldu: Bölümler önceden yazılıyor, biz onları önceden çekiyoruz ve sonra yayınlanıyorlar. Ama yayınlandığında, inanılmaz şekilde gerçek hayattaki olaylarla örtüşüyorlar. Bu çok tuhaf ve biraz da büyülü bir uyum. Bazen ürkütücü geliyor. Bu, bizim kontrolümüzde olmayan bir şey. Dizinin bu dönemi kapatıp kapatmadığını bilemem çünkü spoiler vermemek adına bazı şeyleri konuşamıyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Afişlerimizde “Revolution” (Devrim) yazıyor. Bu sezonun en önemli teması: Umut. Bu en önemli sezonumuz olabilir çünkü tüm zorluklara rağmen ilham veriyor. Şu an yaşadığımız hayatın bu döneminde, sanırım biraz umuda ve ilhama ihtiyacımız var.

Serena, Yvonne Strahovski

Serena Joy’un yıllar boyunca yaptığı tartışmalı tercihlere rağmen, ondan ne öğrendiniz ve ona dair en çok neyi özleyeceksiniz?

Serena Joy’un hayatımdaki yeri gerçekten muazzam. Onu canlandırmak beni duygusal olarak son noktaya kadar zorladı. Onu yargılamak ve ondan nefret etmek kolay. Benim için bile kolay. Ama bu duyguları bir kenara bırakıp onu sevmeyi öğrenmem gerekiyordu. Ve oynamam gerekiyordu. Onun insanlığındaki gri alanları keşfetmek bana çok şey kattı. Duygusal yolculuğu, katmanları, karmaşıklığı bana gerçekten çok şey kattı. Hayatımın bir yanında Serena varken, diğer yanında kendi hayatımı yaşamak bana çok şey öğretti. Ve itiraf etmeliyim, başlangıçta onu ne kadar çok seveceğimi hafife almışım. Onca yargılamadan sonra bile… İstesem de istemesem de hayatımın bir parçası oldu. Ve şimdi ona veda etmek gerçekten çok zor.

Hikâyeyi tamamladığınızı düşünüyor musunuz? Sizin açınızdan eksik kalan bir şey var mı? Senaryoda değiştirmek isteyeceğiniz bir şey olur muydu?

Bence her şey tamamlandı. Hiçbir şeyi değiştirmek istemezdim, hayır. Bu karakter bana armağan gibi geldi ve onunla yapılacak o kadar çok şey vardı ki… Serena’nın 1. ve 2. sezondaki sahnelerine bakınca, geldiği nokta inanılmaz. Bir sanatçı olarak işe gelmekten asla sıkılmadım. Hiçbir zaman “yine mi bu sahne?” demedim, kendimi tükenmiş hissetmedim. Bu iş, hem insan hem oyuncu olarak beni gerçekten geliştirdi. Hayır, değiştirmek istediğim hiçbir şey yok.

Binnaz Saktanber kimdir?

Ankara'da doğdu. Tevfik Fikret Lisesi ve başarı bursuyla okuduğu Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe okul yıllarında Sabah Gazetesi ve Turkish Daily News'da çalışarak başladı. 

Fulbright bursuyla gittiği ABD'de The City University of New York'ta siyaset bilimi üzerine lisansüstü eğitimini tamamladı. New York'ta yaşadığı yıllarda Türkiye'nin ilk bloglarından Loonybinsblog'u kurdu, Radikal İki, Birikim, Bant Mag. gibi yayınlarda yazı ve makaleleriyle yer aldı. Aynı zamanda The Museum of Modern Art, The Metropolitan Museum of Art, Film at Lincoln Center, Carnegie Hall gibi kurumlarla film, görsel sanatlar ve performans sanatları üzerine projeler geliştirdi ve yönetti. 

2012'de Türkiye'ye dönüşünden itibaren politika ve kültür-sanat alanındaki yazılarıyla The Guardian, CNN International, Roar Magazine gibi uluslararası yayınlar için yazdı, Witte de With Review'un İstanbul temsilciliğini yaptı. Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde popüler kültür, televizyon ve sinema üzerine yazdı. 2021-2024 yılları arasında haftalık yazı ve röportajlarıyla Gazete Oksijen 'de yer aldı. Eylül 2024'te T24 ailesine katıldı. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ünlülük ve politik direniş: Halkın yükünü paylaşmak

Baskıcı coğrafyalarda değişim talep eden hareketler susturulur, marjinalleştirilir ve cezalandırılır. Ünlüler bu hareketleri desteklediğinde veya duyurduğunda toplumun daha geniş kesimleri bu talepleri ciddiye almaya başlar. Halihazırda “talepkâr” olan kesim ise yalnız olmadığını, yalnız bırakılmadığını hisseder, ünlü ve seyircisi arasında kurulan parasosyal, tek taraflı ilişki bir boyut daha kazanır

Adolescence: Erkeklik ve suçları

Okul mu aile mi, arkadaşlar mı öğretmenler mi, internette gördükleri mi, kendi kafasından geçenler mi? Adolescence, bir çocuktan bir katil yaratan sebeplerin birbirine görünmez iplerle bağlı olduğunu anlatıyor

Anora: Kasa her zaman kazanır mı?

*97. Akademi Ödülleri’nde En iyi Film dahil beş ödül kazanan Anora neyi anlatıyor? Film iddia edildiği gibi sağcı ve Rusya yanlısı mı, yoksa sınıf çatışmasını konu edinen eşitlikçi bir hikâye mi?

"
"