12 Eylül 2024
Türkiye'de yıldız oyuncuların başrol paylaşmasına çok sık rastlıyoruz, "partner" olmalarına ise nadiren… Uzun çalışma süreleri, egoların bir araya gelmesi, fanların ve sosyal medyanın baskısı, reyting endişesi buna engel olan sebeplerden. Bugünse karşımda partner olmayı başarmış, birbirlerine hem tatlı tatlı takılan, hem de güvenle ve sevgiyle yaklaşan iki yol arkadaşı var: Hazal Kaya ve Selahattin Paşalı.
Onlar Pera Palas'ta Gece Yarısı'nın Esra ve Halit'i. Zamana karşı koyan bir aşkın kahramanları. İlk sezonda 1919'a gidip Mustafa Kemal'i suikasttan kurtarmışlardı, 12 Eylül Perşembe başlayacak ikinci sezondaysa 1940'lara gidiyor ve kadın hakları mücadelesine ön saflardan dahil oluyorlar. Bir yandan da koştur koştur Esra'nın biyolojik annesini arıyorlar.
Konu zaman yolculuğu olunca sohbet hep oraya gidiyor. Çocukluğunla konuşabilsen ona ne tavsiye verirdin, geçmişe gidip bir kahramanına sarılabilecek olsan bu kim olurdu, on yıl sonra kariyerin neye benziyor, en sevdiğin zaman yolculuğu filmleri neler? Bu "klasik" soruların hepsini sorup, cevapladık…
Ama ciddi şeyler de konuştuk. Türkiyeli birer oyuncu olarak yurt dışına açılmanın zorluklarını, setlerde olması gereken çalışma koşullarını, Hazal Kaya'nın ilk sezonda karşılaştığı eleştirilerle nasıl başa çıktığını ve Paşalı'nın ona nasıl destek olduğunu, birlikte çalışmanın hem iyi hem kötü taraflarını, anne-baba olmanın rollerine nasıl yansıdığını ve dahasını…
Buyurun sohbetimize.
- İlk sezonda Mustafa Kemal'i suikasttan kurtardınız, "Zaman yolculuğunda zirve budur" diyorduk ki ikinci sezon geldi. Nasıl bir macera bekliyor bizi bu sezon?
Hazal Kaya: İkinci sezonda Esra'nın annesini arayışıyla birlikte bir kadın mücadelesi izliyoruz. Çok heyecanlı, çok yüksek bir sezon. Çok ağladım ben izlerken.
Selahattin Paşalı: İlk sezonda tarihsel gerçeklik vardı, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir karakterimiz vardı hikâyede. Bu sezon kadın hakları ve özgürlük üstüne bir hikâye örgüsü var. Bu bir kurgu hikâye ama Hazal'ın dediği gibi çok sürükleyici bir sezon oldu.
- Biraz değinelim bu konuya. Bu sezon iş hayatında öncü kadınların kaçırıldığı ve oradan kadın hakları direnişine evrildiğimiz bir hikâye izliyoruz. Kadınların kazanılmış hakları ellerinden alınmaya çalışılıyor ve Esra kendini bu mücadelenin ön saflarında buluyor. Hikâye 1940'larda geçiyor ama biz benzer şeyleri 2024'teki gerçeğimizde yaşıyoruz. Pera Palas'ın bu konuya eğilmesi sizin için ne ifade ediyor?
HK: Ben tabii bahsi geçen mücadeleye 1990'ların başından beri önce bir kız çocuğu sonra da bir yetişkin olarak dahil olduğum için, bendeki mücadele biraz doğuştan geldiği için, çok mutlu oldum. Çok da doğru ve iyi işlenmiş kurgusal bir hikâye bu. O yüzden beni çok heyecanlandırdı. İzlerken ne hissedeceğimi merak ediyordum en çok, izlerken de perişan oldum.
- Çünkü bir yandan sanki gerçekmiş gibi, her an olabilirmiş gibi… Zaten olmuş hallerini de görüyoruz, yaşıyoruz.
HK: Güncelliğini koruyor olması da insanın hem canını sıkıyor, hem içini karartıyor ama bir yandan da "umut her zaman var" diyorsun.
SP: Bir oyuncu olarak, böyle bir senaryo yazıldığında buna hizmet ederek biraz farkındalık yaratabilme şansına sahibiz biz de. O açıdan umuyorum insanlar da buradan "dersler çıkarmak" mı denir ona bilmiyorum ama… Umarım doğru yere parmak basarız.
- Bir yandan mücadeleler, aksiyonlar yaşanırken, bir yandan da zamana karşı koyan bir aşk hikâyesi var Pera Palas'ta. O aşka en çok sahip çıkan, en çok peşinde koşan karakter de Halit. Benim favori karakterim çünkü hangi zaman diliminde olursak olalım hep çok şık ve hep çok zengin.
HK: (Gülüyor) Yolunu bulmuş…
- Zaman yolculuğu yapıp da zengin olmayana da diyecek bir şeyimiz yok.
SP: Doğru.
- Halit'in o aşk peşinde koşan hâli çok tatlı geldi bana. Esra ve Ahmet olayların peşindeyken Halit devamlı "Esra seni çok özledim", "En sonunda seni buldum," "Akşam bana gel" tadında. Nasıl bir Halit yarattın bu sezon?
SP: Halit bu sezon zamanda yolculuğu keşfediyor, Esra'nın peşinden gidiyor ve onu buluyor. Fakat ilk sezonda da bunu biraz göstermiştik, zaman yolculuğu yapmanın bazı etkileri oluyor üzerinde. "İçinde ne varsa büyür" denir ya, Halit'in içinde hep Esra var ve o çok büyüyor. Hatta izlerken bazı yerlerde "Çok mu itici duruyor o büyüklük?" gibi şeyler de hissettim. Halit ve Esra aşkını "zamansız bir aşk" olarak adlandırdık kendi içimizde.
Bu hikâye esasında bir macera ve bu aşk o maceranın bir yan konusu olsa da, bazı anlarda "Keşke bu aşkı daha çok hissetsek" dedim. Hazal'la oynamak da çok güzeldi.
HK: Halit ve Esra'nın ilişkileriyle ilgili en sevdiğim şey aslında yol arkadaşı olmaları, dava arkadaşılar. İyi de bir ikililer olayları çözme konusunda. Bir yandan da böyle bir aşk yaşamalarını, ne zaman bir araya gelseler aynı tonda ve büyüklükte aşklarını yaşamalarını çok seviyorum.
- Anların önemi üstünde duruyorsunuz. Sezonun mottosu "Her şey bir anla başlar". Siz kendi kişisel tarihinize dönüp baktığınızda "Benim için her şey şu anda başladı" dediğiniz bir an var mı?
HK: Biz bu sorunun cevabını bir saat düşünürüz. Çok zor bir soru. Ama yine diziden başka bir mottoyla yanıt verebilirim: "Olması gereken olur". İki sezondur aslında bunun peşindeyiz. Sen ne yaparsan yap olması gereken oluyor. Neyi değiştirmeye çalışırsan çalış, hayır, olması gereken oluyor. Ben de biraz o tarafa kaydım. Vardır bazen "Neden böyle yaptım? Ah şunu söyle yapsaydım" dediğim anlar. Şimdi "Hayır, onlar olmasa bugünkü ben olmazdım" diyorum. Keşke barındırmıyorum bünyemde ve "Olması gereken olur" fikrine tutunuyorum.
- "Daha iyi bir zaman yok" da deniyor. Yok mu sahiden, yoksa "Gelecek her zaman daha iyi olabilir, ben çabalarım" diyenlerden misiniz?
SP: Gelecek daha da korkutmuyor mu? Bence gelecek daha korkutucu.
HK: Çok. Gerçekten iyi bir zaman yok. İyi bir beş yıl kadar var, maksimum sekiz yıl var, öncesi ve sonrası karanlık yani.
- Bu partner olarak ikinci sezonunuz. Birbirinizin huyunu suyunu öğrendiğinizi düşünüyorum. Birlikte çalışmanın en güzel ve en kötü yönü neydi?
SP: Hazal'ınkileri o kadar iyi biliyorum ki. (Gülüyor.)
HK: Hadi Allah aşkına. Önden buyur. (Gülüyor.)
SP: En güzel tarafı sete getirdiği neşe. Hazal çok neşeli bir kadın ve bu benim de setteki enerjimi çok yukarı çekiyor. Onun neşesi, enerjisi çok hoşuma gidiyor. Onunla oyunlarımızı konuşabilmek, tartışabilmek, bir şeyler denemek, beraber göz göze kalmak çok hoşuma gidiyor. Zor tarafı da, yok tabii ki.
HK: Ben seni ifşalayacağım ama.
SP: Kavgacı tarafları vardır. Daha doğrusu bizim öyle bir ilişkimiz var, bu da bizi besleyen bir şey.
HK: Biz atışırız.
SP: Atışmalı bir ilişki kurduk.
HK: Atışmalı, korkutmalı. (Gülüyor.)
SP: Ben korkuyorum Hazal'dan.
HK: Ben de ondan korkuyorum. Selahattin'le çalışmanın en iyi yanı, çok çalışkan ve çok özverili bir oyuncu ve insan. Bu seni de daha ileri taşıyor, hem bir oyuncu hem insan olarak. Çok düşünüyor. Bu da hem negatif, hem pozitif. Çok da eğlenceli. Fakat….
- Bu kadar da düşünülmez…
HK: Yani… Ben panik atak hastasıyım. Karşımda sevdiğim birinin yüzünde bir ifade görünce alırım onu hemen ve inanırım. Bazı sahnelerden önce Selahattin öyle bir kalıyor ki, "Biz bunu yapamayacağız, sahneyi çekmeyelim" diyorum. "Yok, yok, şunu düşünüyordum" diyor. Alakasız bir şey çıkıyor. Bu sırada ben fenalaşmışım, tansiyonum düşmüş falan… Zaten Pera Palas'ta Geceyarısı hepimizin kariyeri için çok kıymetli bir iş olduğu için ekibin en ufağından en büyüğünde herkeste "Daha iyi ne yapabiliriz?" hissi var. Bu zaten zaman zaman bir heyecan ve özgüvensizlik yaratıyor. O zamanlarda da Selo ile göz göze gelmemeye, aynı yerde bulunmamaya özen göstermek gerekiyor.
SP: Bunun üzerinde çalışacağım ama. Zihnimi bırakmaya çalışacağım. Umarım üçüncü sezonda seni rahatlatacağım (Gülüyor.)
- İkiniz de yakın zamanlarda anne-baba oldunuz. Birbirinize tavsiye veriyor musunuz? "Bak şu kitabı kesin al, gazını çıkarırken şöyle yap" falan gibi paslaşmalar oluyor mu?
SP: Biz hâlâ Hazal'ın önerdiği pedagogla ilerliyoruz. O anlamda özellikle eşimle çok konuşuyorlar.
HK: Ben Lara ile konuşuyorum, Ali de Selahattin'le.
- Bu sezon Esra'nın ailesini aramasına tanıklık ediyoruz. Halit de babalığıyla ilgili sorgulamalar yaşıyor. Benim hikâyede en hoşuma giden taraflardan biri de farklı zamanlarda farklı aile üyeleriyle karşılaşma hâli. Örneğin Esra anneannesine annelik ediyor. Bu hayatta da başımıza gelen bir şey: Bir noktada anne-babanın çocuklaşması, çocukların yetişkinleşmesi… Siz kendi anne-babalığınızdan neler kattınız karakterlerinize?
HK: Esra anne-babasını tanımıyor. Benim için en zevkli tarafı Esra'nın birinci sezon belki çok da iyi anlaşılmayan yalnızlığını ortaya çıkarmak oldu. İlk sezon "Şimdi ortaya çıkarabilir miyiz? Altını çizebilir miyiz?" dediğimiz anlar oldu ama bir macera dizisi olduğu için öyle bir alanımız yoktu. İzleyiciye anlatmamız gereken bir sürü şey vardı. Birinci sezonda 1919'a geldiğinde "Oha!" diye sevinen kızın aslında neden o kadar sevinebildiğini ikinci sezonda bütün duygularıyla izliyoruz. Ben çok binge watcher'ımdır, baştan sona, baştan sona dizileri izlemeyi severim. Şimdi izleyiciler ikinci sezonu bitirip birinci sezona tekrar başladıkları zaman her şey onlar için oturacak.
SP: Halit'i izlerken "Olgunlaşmışım" dedim. Bu soru beni onu fark ettiğim ana götürdü. Sadece oğlu Ahmet'le olan ilişkisini değil, genel hâlini tavrını izlerken olgunlaştığımı hissettim. Oyuncu olarak elbette oynadığımız karakterle empati yapmaya çalışıyoruz ama bazı gerçekler de var. Çocuğu olan birinin bir çocuğa seslenmesi başka oluyor. Bir sahne var, Ahmet'e yaklaşımım, seslenişim, kızıma yaklaşımım gibi bir yerden geçiyor, onu fark ettim.
- Kendi çocukluğunuza bir zaman yolculuğu yapıp gidebilecek olsanız, ne derdiniz çocuk Hazal'a ve Selahattin'e? Mesela 15 yaşındaki o endişelerle dolu halinize gelecekle ilgili bir tavsiye verecek olsanız?
HK: Hiç bir tavsiye vermem. Sadece şunu söylemek isterim: "Bu kadar endişelenme. Sakin…" Ben dışarıdan hiç öyle gözükmüyorum ama içeride aslında kaynayan bir anksiyete kuyusu gibiyim. Bir dehliz var. O yüzden 15 yaşındaki Hazal'a: "Gerçekten bu kadar endişelenmene gerek yok, rahat yaşa, işine bak, her şey yolunda, keyfine bak" derdim.
SP: Aynı şekilde. Sakin ol. İnişler var, çıkışlar var ama yolunu bulacaksın.
- Esra Sabiha Sertel'le karşılaşıyor bu sezon. Sertel Türkiye'nin ilk profesyonel kadın gazetecisi ve daha da önemlisi kadın hakları, işçi hakları için çok çalışmış ve bedeller ödemiş birisi. Esra çok heyecanlanıyor onu görünce, koşup sarılıyor. Sizin "Ah bir karşılaşsam da sarılsam" diyeceğiniz bir tarihi kahramanınız var mı?
HK: Kahramanım yok. Ama birini görüp sarılmak isteme hissi bende şuradan geliyor: Birini çok yalnız buluyorsam, gerçekten yalnız kalmasın istiyorum. Teması bu olan filmler izlerken de hep kriz geçiririm "Çok yalnız!" diye. Belki çok saçma gelecek size ama Michael Jackson öldüğünde ben üç gün bu yüzden ağladım "Çok yalnızdı" diye. Ona sarılmayı çok isterim sırf bu yüzden.
- Çok yalnızdı. Bağımlılığından nemalanan insanlarla çevrilmiş bir yalnızlıkta öldü.
HK: Korkunç bir hayat. Korkunç bir yetenek, dolayısıyla korkunç bir yalnızlık. "Ben buradayım, sen güvendesin" demeyi çok isterdim. Kahramanım değildi ama ölümü beni çok sarsmış birisidir.
SP: Sporcular geldi ilk aklıma, spor geçmişim de olduğu için. Ama kahraman deyince ve eğer bu bilinçle gideceksem anne-babam geldi aklıma. Bu zihnimle gidip onların o dönemki hallerini görmek isterdim.
- Tanıtır mıydın kendini "Ben sizin çocuğunuzum" diye?
SP: Hayır.
HK: Zamanın akışına müdahale edemezsin! (Gülüyor.)
- İkiniz de uluslararası alanda tanınan oyuncularsınız. Selahattin'in Kurak Günler ile çok önemli bir festival yolculuğu var, Hazal senin de United Talent Agency (UTA) ile anlaştığını biliyorum. Pera Palas ve Netflix ile çalışmak da bu tanınırlığı daha üst seviyeye taşıyacaktır. Bir beş - on yıl sonrasına gitsek, kariyerinizi nerede görüyorsunuz?
HK: Ben en son Paris'e gittiğimde çok şaşırdım. Restoranda, uçakta, "Biz izledik ve çok sevdik" diyen, orada yaşayan Türkler veya onların Fransız arkadaşları vardı, çok tuhaf bir şey yaşadım hakikaten. Ama ben kariyerimin bu noktasında uluslararası başarının biraz Selo'nun yaptığı gibi, burada yaptığımız iyi işlerle olabileceğini düşünüyorum. Oyuncu seçmelerine katılıyoruz ama sıfırdan gidip yurt dışında çabalamaktansa burada kalıp kendi hikâyelerimi anlatmayı tercih edecek gibiyim. Yapımcılık, senaristlik tarafına doğru gidiyorum. Beş, on yıla ne yapmış olmak isterim? Çok istediğim bir dizi var yazmak istediğim, onu yazıp çekmek ve onunla ilgili seninle konuşuyor olmak çok isterim.
SP: Hazal'a kesinlikle katılıyorum, Netflix 100 küsur ülkede insanlara ulaşmamızı sağlıyor. Büyük festivallere giden filmlerde var olabilmeyi, bu platformda olmayı zaten amaçlıyoruz. Uluslararası yönetmenlerden audition geldiği zaman onu almaya çalışıyoruz ki belki başka kapılar açabiliriz diye. Ben de düşündüm "Ne yapabilirim, ne edebilirim?" diye. Menajerlikler, kontaklar kuruluyor. Yurt dışında sıfırdan kariyer kurmak gibi bir amacım yok ama oralardaki işleri deneyimlemeyi çok isterim.
- İkiniz de uzun yıllardır setlerdesiniz. Hazal sen çocukluğundan beri oyunculuk yapıyorsun. İkiniz de artık kendi işlerinizin starlarısınız. Nasıl bir set ortamı kurmaya özen gösteriyorsunuz işlerinizde? Olmazsa olmazlarınız neler?
HK: Ben hayatımın yarısından çoğunu sette geçirdim. Bu işe başladığımda çalışma koşullarımız korkunçtu, şu an çok iyi durumdayız. 12 saat çalışma kuralı var. Herkesin eşit seviyede yiyip içebildiği, barınabildiği bir ortamımız var. Benim için çok önemli: Ben sıcakta soğutuluyorum, soğukta ısıtılıyorum ama yardımcı oyuncular aynı şartlarda değilse canım sıkılır mesela ve belirtirim de bunu. İşler yurt dışına satılmaya başlayınca beklemediğimiz bir büyümeyle karşılaştık ve bir dönem şartlar çok zorlaştı. Ama şimdi herkes yerini aldı, nerede olduğunu biliyor, ne yapması gerektiğini biliyor ve bence şahane bir durumdayız.
- Star gücünüzü iyi çalışma koşulları için kullanabilmeniz çok mutlu edici.
HK: Büyürken onu çok sordum: Niye hiçbir şey demiyorlar? Burada bir şey oluyor ve kimse konuşmuyor. Hep o günü bekledim. Hani filmlerde olur ya sandalye döner, "Bir zamanlar bir çocuk oyuncu vardı…" Genç oyunculara çok sert davranılır mesela, benim olduğum bir yerde mümkün değildir bu. Kıyameti koparırım. Zor bir sektördeyiz ama belirli bir güce sahipsek hem başkaları hem kendiniz için şartları kolaylaştırmak zorundayız.
SP: Ben insani ilişkileri önemsiyorum, buna önem veriyorum ama bu sadece bizlik bir şey değil. Ben Hazal'a göre yeniyim ama görüyorum ki yönetmenlerin, yapımcıların artık kendi ekipleri var. Artık sette iyi insan isteniyor. Hatta bazen çok iyi bir oyuncu olsa bile, "Biz şey yapmayalım" deniyor. Dolayısıyla bu zincirleme gidiyor. İyi insanlar iyi insanlarla çalışıyor derken, ben şu ana kadar zor bir şey yaşamadım açıkçası.
- Pera Palas bizim ilk yerli zaman yolculuğu dizimiz. Sizin en sevdiğiniz zaman yolculuğu işleri neler?
HK: Benim Outlander vardı ama sıkıldım. James Franco'nun bir mini dizisi vardı 11.22.63 diye, JFK cinayetini engellemeye çalışıyorlardı., o diziye âşık olmuştum.
SP: Back to the Future.
HK: Netflix'te Bizi Biz Yapan Filmler belgeselini izledim. Ben Pera Palas'ın ilk sezonunda dev bir linç yedim ya, o belgeseli izledikten sonra dünyam aydınlandı. Back to the Future'da aslında Michael J. Fox'un rolünü başka bir oyuncu oynayacak, ama o kadar dramatik oynuyor ki, "Yapamayız. Senin biraz salakça olman lazım. Zaman yolculuğu yapacaksın, şaşıracaksın" diyorlar. Onu izleyince "Çok doğru bir tercih yapmışım o zaman" dedim. Emre (Emre Şahin, dizinin yönetmenlerinden) de beni yollarmış mesela çok dramatik oynuyorum diye… (Gülüyor.) Back to the Future'da bizi o kadar içine alan şey o ikisinin şuursuzlukları. Sen yapabilir misin mesela zaman yolculuğu? Hayatta yapmam. Zaman yolculuğu bir şuursuzluk gerektiriyor. Pera Palas'ta da Esra merakından şuursuzlaşıyor, Halit aşkından.
- Seyircinin verdiği tepki seni üzdü anladığım kadarıyla.
HK: Hayır, anlamadım. Bana gerçekliği kaybettirdi, anlayamadığım için. Çünkü çok fikrine değer verdiklerim "Bir oturuşta izledik" diyor, benim de bir fikrim var ayrıca… "Benim başıma daha fazla ne gelebilir?" üzerinden acayip bir cesaret sahibi oldum mesela. Bunun olması gerekiyormuş. Şunu dedim: Ben yazacağım, ben yapımcılık yapacağım.
- Sana bir özgürleşme sağladı.
HK: İnanılmaz bir özgürleşme sağladı. Çünkü hep korktuğu bir şeydir oyuncuların böyle bir şey yaşamak. Yaşadım ve ölmedim.
- O dönemde Selahattin'den destek gördün mü?
HK: Tabii ki. Çok tatlıydı. Tam soramıyor da. "İyi misin, ne yapıyorsun, tamam, geçecek" diyordu.
- Netflix'in popüler kültür hayatımızda çok büyük bir yer tutması ve oradaki işlere ulaşımın çok geniş olması çok rahat bir şekilde eleştirmeyi de getiriyor. Bir işi kötülemek bir rahatlama unsuru haline de gelebiliyor. "Sen kötüledin, tamam ben de kötüleyeyim" gibi bir toplumsal rahatlama aracına dönüşebiliyor.
HK: Çok mutsuzuz. Bütün dünya perişan bir halde. Mutsuzuz, üzgünüz, öfkelendiğimize öfkelendiğimizi söyleyemez haldeyiz. Karşımızda bir muhatap yok. Tuhaf bir kutuplaşma hâli var. Dolayısıyla herkes ait olmaya çalışıyor. Konu beni beğenmek, beğenmemek, işin iyi olması, kötü olması değil. Biri bir şey dedi, tarafında olunmak istenen biriyse, ya da bilmem kaç bin like aldıysa, o da dahil olmak istiyor. Bu insanın en temel sıkıntısı aslında, aidiyet.
- Selahattin sen o dönemleri nasıl geçirdin, Hazal'a nasıl destek oldun?
SP: O dönemlerde Hazal'la konuştuğumuzda anlatmıştı, ona bir büyüğü: "Eleştiriye de, övgüye de eşit mesafede olmayı öğrenmek zorundayız biz profesyonel insanlar" demiş. Burada durmaya çalışıyorsun. Ben de bunun bir benzerini Aşk 101'de yaşamıştım. İlk işimden beri zaten bir saldırı hâli var. Sadece Netflix'te değil, diğer işlerimizde de. Default gelen bir şey haline geldi sosyal medyanın gücüyle de beraber. O yüzden ben de o sözü kendime aldım. Övgüyle nasıl şımarmıyorsam, eleştiri geldiğinde de… Zaten biz oyuncular en büyük eleştiriyi kendimize yapıyoruz. Biz farkındayız neyin olup olmadığının. Bazen olmuyor. Dolayısıyla ikisine de eşit mesafede kalıp, sadece ahlaklı şekilde işimi iyi yapabilmeye çalışıyorum. Ben dışarıyı kontrol edemem. Kim ne yazacak kontrol edemem. İnternet var olduğu sürece, bizim de sosyal medya hesaplarımız var olduğu sürece, iş yaptığımız sürece, bugün veya yarın başka şekillerde karşımıza çıkacak. O yüzden sağlam durmanın yolunu bulmak zorundayız biz de.
- Bu konu sizin partnerliğinizi de biraz koyulaştırmıştır, bağınızı güçlendirmiştir diye düşünüyorum.
SP: Zaten güçlüydü. Öyle bir şeye ihtiyacımız yoktu.
HK: Hiç ihtiyacımız yoktu.
- Ben bu sezon çok daha farklı bir reaksiyon alacağını düşünüyorum dizinin.
HK: Ben ilk sezonun anlaşılmadığını düşünüyorum.
Çok da alışık olmadığımız bir genre olduğu için…
HK: Hiç alışık olduğumuz bir genre değil. Dönem deyince aklımıza sadece drama geliyor.
- Kendini çok fazla ciddiye almayan işlere de alışık değiliz.
HK: Ona da alışık değiliz. Esas kadının böyle olmasına hiç alışık değiliz. Bizde çünkü esas kadınlar havalıdır, falandır, filandır. "Oha!" diyen bir kız ve başrol ne münasebet? Biz hep sokaktan alırız karşılığını bu arada, sosyal medyada gördüğümüz şey reytingde çıkmaz. Dört ay boyunca Pera Palas'ın önünde kuyruk vardı. Pera Palas bizim unuttuğumuz zenginliklerden biri ve insanlar onu hatırladı. Gelip gittiler. Sürekli "İkinci sezon ne zaman?" diye sordular.
- Dizinin başrollerinden biri de Pera Palas. Farklı zaman dilimlerinde Pera Palas'ı görerek bir kentin hafızasına da tanıklık ediyoruz. Sizin kendi kişisel tarihlerinizde "Burası benim mekanımdır" dediğiniz bir yer, hayatlarınızda başrolde olan bir mekân var mı?
HK: Beyoğlu. Yüzde yüz.
- Büyüdüğün, sokaklarında gezdiğin, sarhoş olduğun…
HK: Tabii, tabii. Neler yaptığım... Yaşadığım...
SP: Kendimi nereye ait hissediyorum? Evimliyim. Evime ait hissediyorum diyebilirim. Ama Hazal "Beyoğlu" deyince benim de aklıma Budapeşte geldi. Hazal'ın Beyoğlu'ndaki mutluluğunu biliyorum. Ben de Budapeşte için benzer şeyler söyleyebilirim.
- Üçüncü sezon olacak diye ümit ediyorum.
HK: Olmalı. Bize her sene Pera Palas desen çıkar geliriz.
SP: Biz de çok istiyoruz. Bu hikâye tamamlansın isteriz.
- Görsel dünyasından da bahsedelim istiyorum dizinin. Çok zengin ve teknik yönü çok yüksek bir iş bu. Öyle bir setin içinde olmak, o teknolojilerle çalışmak nasıldı?
SP: Çok büyüleyiciydi. Zaten bizim işimizin en büyüleyici taraflarından birisi bu. Yapım tasarımı açısından bence Netflix Türkiye'nin en iyi iki yerinden biri.
HK: Birinci belli, ikinci kim? (Gülüyor.)
SP: Hadi coşmayayım dedim ben.
HK: Coş, coş… Niye canım? Öyle ki söylüyoruz.
SP: Dekorlar, kostümler, yaratılan mekanlar, VFX kullanımı, bunların hepsi bir araya gelince biz çok şey öğreniyoruz. Mesela fragmanda olduğu için söyleyebilirim, Halit'in kendisiyle karşılaştığı bir sahne var, ben hayatım boyunca oyuncu olarak öyle bir sahneyi bir daha çekebilecek miyim bilmiyorum.
- O sahnede minik bir kol hareketin var, çok şık bir hareket.
SP: Ben de orayı çok sevdim. Çekmesi de çok zevkliydi. Hem öğretici, kostümler stilize ama giydiğin zaman o dönemin ruhunu hissettiriyor, o oluyorsun, sana yardım da ediyor. O yüzden üçüncü sezonu çok istiyoruz.
HK: Duyun bizi!
Hazal Kaya: Geçmişteki Pera ve çılgın gece hayatını gördüm… |
Binnaz Saktanber Kimdir? Ankara'da doğdu. Tevfik Fikret Lisesi ve başarı bursuyla okuduğu Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe okul yıllarında Sabah Gazetesi ve Turkish Daily News'da çalışarak başladı. Fulbright bursuyla gittiği ABD'de The City University of New York'ta siyaset bilimi üzerine lisansüstü eğitimini tamamladı. New York'ta yaşadığı yıllarda Türkiye'nin ilk bloglarından Loonybinsblog'u kurdu, Radikal İki, Birikim, Bant Mag. gibi yayınlarda yazı ve makaleleriyle yer aldı. Aynı zamanda The Museum of Modern Art, The Metropolitan Museum of Art, Film at Lincoln Center, Carnegie Hall gibi kurumlarla film, görsel sanatlar ve performans sanatları üzerine projeler geliştirdi ve yönetti. 2012'de Türkiye'ye dönüşünden itibaren politika ve kültür-sanat alanındaki yazılarıyla The Guardian, CNN International, Roar Magazine gibi uluslararası yayınlar için yazdı, Witte de With Review'un İstanbul temsilciliğini yaptı. Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde popüler kültür, televizyon ve sinema üzerine yazdı. 2021-2024 yılları arasında haftalık yazı ve röportajlarıyla Gazete Oksijen 'de yer aldı. Eylül 2024'te T24 ailesine katıldı. |
Performansları da, renkleri de, müziği de, vahşeti de maksimal bir film The Substance, kadınlık hissiyatını ele geçirmeye çalışan bir film. On beş dakika dayanamadığınız şiddeti bir hayatla çarpın şimdi. Bir kadının büyün hayatı boyunca yaşadığı korku, endişe, zorbalık ve vahşete dayanabilir miydiniz?
Oyuncu Ece Dizdar, sette bir yakınlık koordinatörünün bulunmasının “işçi hakları, işçi güvenliği için elzem bir konu” olduğunu belirtirken; Ece Türkmut Dere, “zorlukları yaşaya yaşaya gereklilik olduğunu anladığı” için Türkiye’ye yakınlık koordinatörlüğünü getirmek isteği söyledi
Sinopale Uluslararası Sinop Bienali, bu yıl 23 Eylül- 31 Ekim 2024 tarihleri arasında dokuzuncu kez düzenleniyor. Küratörlüğünü Melike Bayık, Deniz Erbas, Ipek M. Sür, Nil İlkbaşaran ve Hal Kolektif in üstlendiği bienale Türkiye ve yurtdışından 35 sanatçı katılıyor
© Tüm hakları saklıdır.