03 Eylül 2012

Siyasetin yönetemediği Türkiye

Gün itibariyle ne Suriye’deki gelişmeler ne de bu sürecin Türkiye’ye etkileri Türkiye’nin kontrolünde gelişmiyor artık...

 

PKK’nın adımlarını ve hamlelerini belirleyen artık Türkiye’nin Kürt meselesi değil, Suriye ve geniş planda Ortadoğu’da olası gelişmeler ve bu sürecin PKK’ya vaatleri.

Gün itibariyle ne Suriye’deki gelişmeler ne de bu sürecin Türkiye’ye etkileri Türkiye’nin kontrolünde gelişmiyor artık.

Diğer bir durum da hükümet 2011 seçimlerinden beridir hem BDP ile hem de tüm siyasi aktörlerle ne diyalog ne de karşılıklı etkileşimden yana. Üstelik hükümet, Ak Parti ve devlet tüm bu süreçler ve gelişmeler konusunda durum tespiti ve ne yapılması gerektiği konusunda mutabık değil. Devletin farklı kurumları hem birbirleriyle hem de kendi içlerinde farklı görüşler ve politikalar izliyor.

Bu mutabakatsızlık politikasızlığı, giderek şaşkınlığı ve daha giderek PKK meselesinde,Kürt meselesinde ve Suriye karşısında akıntıya kapılma ve sürüklenme potansiyelini güçlendiriyor ne yazık ki.

Tüm bunları bir araya getirince de seçmenin yarısının oyunu almış bir parti iktidarda olmasına, parlamentoda istediği her yasayı istediği gibi yapabilen bir iktidar olmasına, istediği her şeyi yapabilen, söyleyebilen bir Başbakan’ın varlığına karşın ülkenin en kritik meselesi yönetilemiyor. Ülke giderek şoven bir dile, tedirginliğe, gerilime, yarın sabahına güvenemeyen bir ruh haline sürükleniyor.    

Bir noktada bu sürecin tersine dönmesi gerekiyor ve hala bunu yapabilme iradesi ve gücü iktidarda. İktidar isterse siyasette diyalog kapıları açılacak. İktidar isterse Kürt meselesinde farklı bir sürece girilebilecek. İktidar isterse BDP ile konuşmaya başlayacak ya da dokunulmazlıklarını kaldırmaya kalkışıp, ülkenin geleceğini daha da kaotik bir yere taşıyacak.

Öte yandan ülkenin geldiği noktada yeni anayasa daha da kuvvetli, hayatın dayattığı bir ihtiyaç olarak ortada. Bu kaçınılmazlığı gördükleri için de her parti her konuşmasında masadan kalkanın kendileri olmayacağını söylüyor.  Her bir siyasi aktör biliyor, yaşıyor ve hissediyor ki değişen hayatın yeni hukukunu üretemez isek Kürt meselesi de ülkenin diğer dertleri ve gerilimleri de çözülemeyecek.

Tam bu noktada galiba önemli bir zihni eşik var ve bu zihni eşik tüm siyasi aktörler için, hatta yalnızca partiler değil, sivil toplum aktörleri için de geçerli.

Ülke siyasetinin gelip dayandığı zihni eşik kimlik siyasetine mahkum kalmak ya da aşabilmek. Erol Katırcıoğlu, Taraf gazetesindeki köşesinde üç aydır partilerin her birinin nasıl kimlik siyasetine sıkıştıklarını analiz ediyor. Ak Parti dindarların, CHP laiklerin, MHP milliyetçilerin, BDP Kürtlerin kimlik taleplerine sıkışmış durumda. Ben de bu analize katılıyorum. O nedenle burada partilerin her birinin nasıl kimlik siyaseti yapıyor olduklarına girmeyeceğim.

Tek tipli, kimliksiz bireyler ve monolitik toplum tasavvuru çöktü. Yalnızca ülkenin kendi iç siyasetinin ve aktörlerinin çabalarıyla değil, küresel dinamiklerden gündelik hayatın ritmine bir dizi değişimin sonucu olarak oldu bu gelişme. Kimlik talepleri ve bu taleplerden beslenen siyasi hareketler, var olan düzeni, devleri geriletirken, yıpratırken oldukça olumlu roller de üstlendiler. Var olan dengeler ya da suni dengeler kimlik siyasetlerinin yükselişi karşısında bozuldu.

Sorun yeni dengeleri oluşturmak, devleti yeniden yapılandırmak, değişen hayatın hukukunu üretmek noktasında oluştu. Çünkü siyasi aktörler yeniyi kurma sürecinde kimlik siyasetlerini aşamadı. Bir kimlik üzerinden yeniyi kurmak, eskinin yeni aktörlerle tekrarından yani rol değişiminden başka bir şey değil zira.

Bugün ihtiyacımız olan “yeni” tüm kimliklerin kendini içinde hissedebileceği bir anayasa, hukuk, devlet nizamı ve toplum çünkü. Halbuki siyasi aktörler “yeniye” yalnızca kendi kimlik taleplerinden baktıkları için ilerleme sağlanamıyor.

Herkesin taleplerini alt alta ekleyerek yani herkesi kapsayarak “azami müşterek” aramak yerine, olmazlardan başlanıp “asgari müşterek” bulunmaya çalışılıyor. Yani kapsayıcılık değil, dışlayıcılık siyasete egemen durumda.

İktidar da dahil tüm siyasi aktörler bu noktada birbiriyle yarışıyor. Örneğin BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmaya kalkışmak bu zihniyetin bayrak dikme hamlesi. Partilerin BDP çizgisinin var olmadığı süreçlerle yapmaya kalkışacakları bir anayasadan ne beklediklerini, nasıl bir Türkiye hayal ettiklerini bildiklerinden emin değilim. Kimlik siyasetinin ürettiği zihni esarete ve duygularına kapılmış görünüyorlar. 

Maalesef bu zihni eşik aşılmadan da ilerleyemeyecek, yeni anayasa konusunda eksikli hamlelerle yetineceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Gençler gelecekten umutsuz: Neden bu ülkede çocuk yetiştirmekten kaçınıyorlar?

Gençler gelecekten umutsuz oldukça evlenmek ve çocuk sahibi olmaktan kaçınır oluyorlar doğal olarak. Toplumsal psikolojideki bu durum yalnızca yaşam memnuniyeti gibi algıları ve beklentileri değil giderek doğrudan demografik sonuçlar da üretir hale gelmiş durumda... Ülkenin genç insanları ve bir bakıma enerjisi, yönetme ve değiştirme potansiyeli olan 50 yaş altı insanlarının büyük kısmı başka bir ülkede ve başka koşullarda yaşamı arıyorlar. Çünkü ülkenin sorunlarının çözüleceğine inançlarını kaybediyorlar. Giderek ortak yaşama arzu ve iradeleri eksiliyor

İktidarın 2025 yılında erken seçim kararı vermesini gerektirecek koşullar hazır mı?

Bireysel hayatlarında umutsuz ve çaresiz olan insanlar, dünyanın karmaşıklığı, Orta Doğu’nun sıcak savaşa dönüşmüş gerilimlerine bakarak istikrar ve “güçlü devlet” algısını içselleştiriyor ve onay veriyorlar. Bu siyasi iklim içinde iktidarın 2025 yılında erken seçim kararı vermesini gerektirecek koşullar yok henüz. Bugünden bakılınca 2025’te siyasette büyük bir değişim ve sıçrama beklemek gerçekçi görünmüyor

2025'e girerken: Temsili demokrasi krizde, devleti yeniden kurgulamak vakti

Bugün neredeyse ülkelerin ve otokratik liderlerin yönettiği tüm ülkelerde güçler ayrılığı aşınıyor, tümü az veya çok tek adamların kontrolüne giriyor. Diğer yandan bu liderler eliyle devletin fonksiyonları, sorumluluğu olması gereken alanların tümüyle devlet dışı aktör ve aygıtlara bırakılması eğilimi güçleniyor. Her ülkede tarihsel yaşanmışlıkları, özgün karakteristikleri nedeniyle farklı gibi görünse de temel mesele aynı. Sanayi toplumunun yalnızca ekonomik modeli değil tüm sistemleri krizde

"
"