22 Mart 2010

Nefes alacak aralıklar

Hayatım boyunca da hep o nefes aralıklarının etrafımda oluşmasına, var olmasına çok dikkat ettim...

Çok uzun seneler önce, televizyonun tek devlet kanalı ve siyah beyaz olduğu zamanlarda seyrettiğim bir filmi hiç unutamadım. En sık anımsadığım, adeta beynimi kazınmış bir sahnesi vardı. Tüm hayatım boyunca, özelimde de işimde de o sahne hep ilham verici oldu bana.
Tony Curtis’in başrolde olduğu film, 1890’lı yıllarda geçen ve efsane sihirbaz Harry Houdini’nin yaşamını konu alıyordu.
Houdini, deli gömleği giydirilmiş, zincirlerle sarılmış ve kilitlenmiş bir halde çok yüksek bir vincin ucunda baş aşağı asılıyken, gömlekten, zincirlerden ve kilitlerden kurtulma numarasını ilk yapan sihirbaz olarak biliniyor. Bu numarasını giderek geliştirmiş, neredeyse içine kilitlenip de çıkamadığı kasa, tüm bedenine zincirlerle sarılıp kilitlenmişken açamadığı kilit olmamış.
Sınırlarını zorlamayı seven her insanoğlu gibi her seferinde daha etkili, daha heyecanlı, her zamankinden daha yeni ve daha tehlikeli bir numara yapma heyecanı tüm hayatını zapt ediyor.
Her sihirbaz gibi en büyük, en unutulmaz numarasını gerçekleştirmek istiyor. Deli gömleği, zincirler, kilitler ile bağlanmış halde bir kilitli kasaya giriyor. Kasada zincirlerle ayrıca sarılıp kilitleniyor. Sonra bu sandık buz tutmuş nehrin belirli bir noktasında buzun üstünde açılmış bir delikten nehre indiriliyor. Houdini tüm o zincirler, kilitler ve kasadan çıkmayı, kasayı saran zincirler ve kilitlerden kurtulmayı başarıyor. Fakat buz tutmuş nehrin içinde buzda açılmış deliği bulup suyun üstüne çıkamıyor.
Biliyorsunuz suyun yüzeyi buzlandığında buz tabakası büzüşüyor ve üstteki buz tabakası ile alttaki su arasında çok minik bir aralık, boşluk oluşuyor.
O unutulmaz dramatik sahnelerde Houdini yüzeyi buz tutmuş nehrin zehir gibi soğuk sularında, akıntı kendisini aradığı o delikten daha da uzaklaştırırken nefessiz kaldığı anlarda, burnunu, o buz tutmuş yüzey ile suyun arasındaki minik boşluğa çıkarmaya ve hava almaya çalışıyordu. O birkaç santimlik aralık onun tek nefes alma, mücadeleye devam etme fırsatını sunuyordu.
Okuru merakta bırakmayayım, o filmde Houdine mücadeleyi kaybediyor ve ölüyordu. Gerçek hayatında ise Houdini böyle değil hastalıktan ölmüştü. Senaryo yazarları filmde kahramanının böyle ölmesini uygun görmüşlerdi.
Buzla suyun arasındaki o aralıktan nefes almaya ve bu sayede hayata  tutunmaya çalışmaya çalıştığı o dramatik sahneler belki de ilk gençliğimin ruh haliyle beni çok ama çok etkilemişti.
Hayatım boyunca da hep o nefes aralıklarının etrafımda oluşmasına, var olmasına çok dikkat ettim. Bu modern gündelik hayatın ritmi, dertleri, zorlukları, gerilimleri içinde o nefes aralıklarının hayata tutunmak için ne kadar önemli olduğunu düşündüm hep. Kimi zaman bir kitap, kimi zaman bir şarkı, kimi zaman ormandaki o kadar ağacın arasında yalnızca benim için özel bir ağacın altı, kimi zaman bir film.
Hepimiz için de öyle değil mi? Çalışma odamız ve hatta yalnızca bir masa, bir hobimiz, bir merakımız. Hepimizin kendi nefes aralıkları olmalı. Kendimizi, yalnızca kendimizi dinlediğimiz, yalnızca kendimizle olduğumuz, kendimizi acımasızca eleştirebildiğimiz, kendimizi yüceltebildiğimiz, şımartabildiğimiz, yalnızca kendimizden ibaret bir nefes aralığı.
Houdini o müthiş numarayı yapmaya çalışırken, hayata ve herkese meydan okuyordu.
Başaracağını, herkesçe alkışlanacağı, beğenileceği, el üstünde tutulacağı umudu ve iddiasını da taşıyordu. Ama bir o kadar da kendi sınırlarını zorlayarak kendinden kaçıyordu. Her birimiz yaptığı gibi. Kendini keşfetmek, heyecan kadar var olandan uzaklaşmak, kaçmak da değil midir zaten.
İkisi arasındaki denge ve iç huzur nerededir? Ya da var mıdır böyle bir denge ve iç huzur? Peki, kendimizle hayat arasındaki denge ve huzur nerededir? Yoksa giderek maddi hayatın sunduğu “şey” ve “nesne”lere ruhumuzu rehin mi veriyoruz?
Bazen de filmde Houdini’ni trajik sonu gibi o nefes aralıkları bile yetmiyor belki.
Fark ediyoruz ki kaybettiğimiz bir aile büyüğü bir eski tanıdık, bir telefon haberi bir gazete ilanından ibaret hale dönüşmüş. Büyük bir belayla boğuşan kardeşiniz, sosyal itibarımızın bir satırı haline gelmiş. Eski yoldaşlar, arkadaşlar yılda bir kez bir araya gelinir etkinlikler vesilesi olmuşlar yalnızca.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"