TÜİK’in geçen hafta açıkladığı ADNKS (Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi) sonuçlarına göre ülkenin nüfusu 75,6 milyona ulaşmış durumda. Yine TUİK açıklamasına göre bu nüfusun yüzde 77,3’ü il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor.
Bir başka deyişle ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i kentte, yüzde 20’si kırda yaşıyor. Bu kent ve kır ayrımının önemi şurada: Kırda ve kentte yaşamın ritmi, kültürel ve ahlaki kodlar farklı. Türkiye toplumunu anlamak için bakılması gereken noktalardan birisi de bu kent ve kır ayrımı. Özellikle son otuz, kırk yılın değişimini anlamak için bu ayrım ve bu ayrım üzerinden bazı şeylere bakmak anlamlı ve önemli.
1950 yılında 21 milyon olan nüfusun dörtte biri yalnızca kentlerde yaşamaktayken 60 yıldan sonra hem nüfus neredeyse dört katına ulaşmış hem de kentlerde yaşayan nüfus oranı üç kat artmış. Kısaca şunu söylemek mümkün 18 yaş üstü yetişkin nüfusun yarıyı aşkın kısmı kentlere doğru göç etmiş durumda ve bu eğilim daha da sürecek.
Yukarıdaki tablo iki toplumsal dinamik üzerine daha fazla kafa yormamızın gerektiğini ima ediyor.
İç göç meselesi
Birincisi göç meselesi. Göç kavramını ve sürecini biz daha çok bir negatif tını ile düşünüyor ve söylüyoruz. Hâlbuki göç, hem toplumsal değişim hem de bu değişimin sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçları bakımından hâlâ en önemli dinamiklerden birisi. O nedenle “doğru” veya “yanlış” hükümlerine varmadan ele alınması gerek. Çünkü sürüyor ve sürecek de. KONDA araştırmalarına göre hâlâ toplumun yüzde 20’si “koşulsuz, yarın sabah başka bir yere taşınmayı”, yüzde 45’i de “çocuklarının bulunduğu yerden başka bir yerde hayat kurmayı” istiyor.
Üstelik göçün dinamikleri ve dürtüleri de değişiyor. Daha iyi bir hayata ulaşma çabası kadar artık hayatta kalma dürtüsüyle de göç yoğunlaşacak. Gerek çatışmacı ortamdan kaçmak gerek kuraklık, iklim değişikliği, erozyon gibi nedenlerle göç, gelecek yıllarda daha çok gündeme gelecek.
Metropolleşme
Tablonun ve nüfus istatistiklerinin gösterdiği ikinci dinamik “metropolleşme”. TUİK başta olmak üzere ülkede bu ayrım “kır ve kent” biçiminde yapılıyor. Asıl bu ayrım açıklayıcı değil artık. “Kır-kent-metropol” ayrımı üzerinden düşünmemiz ve anlamaya çalışmamız lazım.
KONDA araştırmalarından bizim gördüğümüz kır ile kent arasında gündelik hayatın ritmi, kültürel ve ahlaki kodlar ve daha birçok konuda nasıl bir farklılaşma varsa, kentler ile metropoller arasında da aynı eksenler üzerinde müthiş bir farklılaşma var.
Uşak merkez ya da Tokat merkez ile ne İstanbul’un ne İzmir’in sağlık istatistiklerinden suç istatistiklerine hiçbir şey benzer artık. Asıl önemlisi kültürel ve ahlaki kodlar ya da gündelik hayatın ritmi gece ile gündüz kadar farklı.
KONDA hesaplamasına göre “bütünleşik kent nüfusu” 800 binin üzerindeki 11 metropol toplam ülke nüfusunun yüzde 52’sini barındırıyor. Geleneksel kentlerde de kentli nüfusun geri kalan yüzde 26’sı yaşıyor.
Hemşerilik anlamı değişiyor
Bizim siyaset dünyasında veya sosyolojik olarak gündelik hayatta dayanışma mekanizmalarında sıkça atıfta bulunulan “hemşerilik” metropollerde sanıldığı gibi yüksek değil örneğin. Kentlerde aynı kasabalardan, köylerden gelen insanların birbirleriyle temasları, dolayısıyla da etkileşim ve dayanışmaları hâlâ yoğun. Fakat metropollerin bugünkü mekânsal yaygınlığı ve şişkinliği içinde, temas eskisi gibi yoğun değil. Otuz yıl önce aynı şehirlerden gelmiş insanların oluşturduğu mahalleler metropollerde dönüştü, değişti ve yok oldu.
Hemşeri dayanışması gündelik hayatın içinde üretilemedikçe sosyal ve siyasi gücü de giderek azalıyor. Öte yandan öne çıkan kültürel aidiyetler de hemşeriliği geri plana itiyor. Sonuçta bugün metropollerde hemşeriliğin ekonomik sektörel bazda bir dayanışma ve ilişki üreterek var olmaya çabaladığını gözlüyoruz. Ama bu hemşerilik eskisi gibi sosyal ve siyasal sonuçlar üretmiyor.
Aslında “kır- kent-metropol” ayrışmasından bakılınca metropol ayrımı kendi başına bile yetmiyor. Metropolleri de “varoşlar- standart kentsel alanlar- siteler ve lüks alanlar” olarak ayırmak gerekiyor. Çünkü varoşlar ile lüks alanlar arasındaki kültürel ve ahlaki kodlar kır ile metropoller arasındaki fark kadar büyük. Bir bakıma varoşlardaki gündelik hayatın ritmi, dayanışma ve komşuluk ilişkileri, kültürel ve ahlaki kodlar neredeyse kırlardaki seviyelere dönüyor.
Bu ayrımları dikkate almadan, sanayi toplumu sosyolojisinin geleneksel model ve kavramlarıyla bakarak bu toplumda yaşanan bazı değişimleri ya da duyarlılıkları ıskaladığımızı düşünüyorum ben. Bu nedenle yeni yol ve yöntemlere ihtiyacımız var. Ya da bir başka yol, tüm bu değişimleri anlamak yerine korku üretmek de olabilir ki bu yaklaşımı tercih eden siyasetçi ve kanaat önderleri bakımından da eksikliğimiz yok doğrusu.
(Taraf - 4 Şubat 2013)