10 Ocak 2022

Kasırgadan çıkış yolu

Araştırmalar genel eğilimi gösterir, toplumun ruh haline dair ipuçlarını verir. Ama bu kasırganın siyasi tercihlerdeki etkisi bugün ölçülenden daha büyük kaymalara neden olacaktır

1998 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük romanı, araba kullanmakta olan bir adamın, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlaki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. 

Yazarın anlattığı ya da zaten var olan ama görmek için kafaların kumdan çıkmasının gerektiği bir çürüyüşün öyküsüdür Körlük romanı. Salgın hastalık metaforuyla düzenin işleyişini eleştiren roman, insani değerlerin tümüyle kaybolduğu durumu sembolik karakterler aracılığıyla anlatan bir felsefi bulmaca biçiminde sürer.

“Güneş her biri için aynı saatte doğmadığından -bu çoğunlukla her birinin işitme duyusunun keskinliğine bağlıydı- kimi erken kimi geç uyandılar.” (romandan)

Erken veya geç uyanmak sorunun var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Görseniz de görmeseniz de adını doğru koysanız da koymasanız da sorun orada duruyor, yaşanıyor. KONDA’nın bulgularına göre ülkedeki her 100 hanenin 36’sı gelirinin giderinden eksik olduğu koşullarda yaşıyor. Her 100 hanenin 51’i gelirine göre “sıfır veya bir” koşullarda yaşıyor, yani gelirine denk bir yaşamı kurmuş, işini ve o geliri de kaybederse yaşamını sürdürme şansı yok. Her 100 hanenin yalnızca 13’ünde gelir giderinden fazla. İnsanlar “geçim derdim var” diyor. Her 100 kişiden 80’i bugünkünden de daha ağır koşullara kendini hazırlamaya çalışıyor. Umutsuzlar, çaresizler, güvensizler.

İktidarın, bir bakıma devletin de kendilerini yalnız, çaresiz bıraktığını görüyorlar. Yaşananlara iktidar sözcülerinin gerçeklikten ırak söylemlerini de duyuyorlar. Bakkala gittiklerinde fiyatları da görüyorlar. Gerçeği söyleseniz de söylemeseniz de mahallelerindeki camiden okunan selalardan pandemi nedeniyle kaç canın gittiğini de sayıyorlar. Partizanlığı da yolsuzluğu da keyfiliği de her gün kendi mahallelerinde gözlüyorlar. 

22 milyon yardım alıyor

Doğruluk Payı sitesinden alıntılayarak, Cumhurbaşkanlığı 2022 Yıllık Programı’nda ve Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü’nün 2020 yılı faaliyet raporunda da açıklanan verilerine göre, 2019 yılında 3 milyon 282 bin 975 hane sosyal yardımlardan faydalanırken, bu sayı 2020’de 6 milyon 630 bin haneye yükseldi. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de bir hanenin ortalama 3.3 kişiden oluştuğu göz önüne alındığında sosyal yardım alan nüfus 22 milyona ulaştı.

Hangi süslü siyasi cümleleri kurarsak kuralım her dört kişiden birinin ancak yardım alarak yaşadığı gerçeğini değiştirebilecek miyiz? Genç seçmenleri ikna edeceğini sanarak cici videolar yayınlayınca her dört gençten üçünün hâlâ bu gelir seviyesindeki ailelerinden alacakları harçlığa mahkum oldukları gerçeğini değiştirebilecek miyiz?

Jose Saramago Körlük romanında durumu şöyle anlatıyordu: “Körleri yöneteceğini ileri süren körlerden oluşmuş bir hükûmet, yani hiçliği düzenlemek isteyen bir hiçlik.” 

Kasırganın gözündeyiz. Bu kasırganın içinden geçmeden de kurtulmak mümkün değil.

Ama ülkeyi yönetenler kameralar önünde olası protestoları 15 Temmuz darbe kalkışmasının failleriyle, kendi yurttaşlarına silah doğrultmuş, Meclis’i bombalayan alçaklarla bir tutan cümleler kuruyorlardı. Ülkeyi yöneten seçilmiş siyasetçilerin muhalefete bakışı, siyasetin seviyesi bu mu olmalıdır? 

Son bir ayda bile yaşananlardan, yaşananlara dair iktidarın ve ekranlara kilitlediği toplamı 20 bile olmayan yandaşlarının söylemlerinden, üsluplarından anlıyoruz ki olan biten hiçbir şey anlık, bireysel, düşünmeden yapılmış işler değil. Bu yıkımın bir amacı var. Bu organize bir medeniyet tercihi kavgası. İktidar, Cumhuriyet’in 100 yıllık tarihini hızlı biçimde geri sarıyor. Toplumu da buna ikna edebileceğini hayal ediyor.

Başarabilir mi? 2022 yılında muasır medeniyet olarak hukuku, ekonomisi, kurumları, kuralları olan bir nizamı öngören bu memleketin 85 milyon insanını ikna edebilir mi?  

Pandemi ve son üç ayda başka bir aşamaya geçmiş ekonomik buhranı yönetiş tarzına, olanları açıklayış biçimine bakanların gözlerindeki ışıltılarla inandırabilir mi?

Evet, bu memleketin insanlarında devlet algısı güçlü. Türk kimliğinin ana unsurlarından birisi güvenlik arayışı ve onun öznesi olarak devlet. Devlet kaos ve karmaşadan kaçışın, istikrar ve güvenliğin adresi. Güçlü devlet derlerken yalnızca kasları güçlü devleti kastetmiyorlar. Güvenilir devlet bekliyorlar. Güvenilirliği de inançtan değil hukuktan, laiklikten, eğitimden tanımlıyor.  

Ama aynı zamanda devletin de zaafa uğradığını gördüklerinde devletin değişmesinden yana tavır alıyorlar. Her askeri darbeden sonra devleti değiştireceğini söyleyen partilere oy verdiler. 27 Mayıs darbesinden sonra lideri idam edilmiş siyasi hareketin devamı olduğunu söyleyen Demirel’e, 12 Mart darbesinden sonra, soğuk savaşın en sert döneminde bile “toprak işleyenin, su kullananın” diyen Ecevit’e, 12 Eylül darbesinden sonra Özal’a oy verdiler. 28 Şubat darbesi, Marmara depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinin ardından Erdoğan’a oy verdiler. 

Bugün toplum 20 yıl sonra aynı travmatik ruh haline girdi, gerçek dertlerin içine tekrar düştü. Bir bakıma toplumun da ruhuyla bedeni ayrıştı.

Anketler önemsizleşiyor

“Ruhla bedenin ayrılması için ille ölmek gerekmez. İnsan yaşarken de ruhuyla bedeni birbirinden ayrılabilir. Ama asıl sorulması gereken soru, ruhla bedenin ölmeden birbirinden ayrılmasının mümkün olup olmadığı değil, bu ikisinin nasıl olup da tekrar birleşebildiğidir.”

Böyle diyor Ayfer Tunç’un “Yeşil Peri Gecesi” romanındaki kahramanı. 

“Nasıl olduğunu bilmiyorum. Ama oluyor. Bir şey oluyor. Ruhla beden birbirinden ayrılıyor. İnsan ölü gibi oluyor, ama ölü değil. Varlık bir süre ruhta yaşamaya devam ediyor ve o an için kendine ait olmayan bedenin faaliyetini, sanki ölmüş gibi izleyebiliyor. Ruhla bedenin birbirinden ayrı olduğu sırada duygular kayboluyor. Acı çekilmiyor, utanç duyulmuyor, zevk alınmıyor. Basit bir şaşkınlık ya da eylemin sonuna ilişkin bir merak bile doğmuyor.”

Bu ruh halinin içinde anketlerin neyi gösterdiğinin önemi yok. KONDA’nınkinin bile.

12 Eylül darbesinin ardından Özal iktidarıyla başlayan serbestleşme ortamında özel televizyonlar hayatımıza girmişti. Özel TV kanallarının ilk işlerinden birisi futbol maçlarının canlı yayınlarını almak olmuştu. Kuralları, standartları henüz oluşmamış ilk canlı yayınlar sırasında, bir futbolcu sakatlandığında sağlık ekibinden önce kamera ve sunucu futbolcunun yanına ulaşırdı. Ve sunucu sorardı “Nerene vurdu, kim vurdu, ne oldu, acıyor mu” diye. Böylesi bir kasırganın ortasında biz de dahil anketlerin yaptığı da bir bakıma bu.

Araştırmalar genel eğilimi gösterir, toplumun ruh haline dair ipuçlarını verir elbette. Ama bu kasırganın siyasi tercihlerdeki etkisi bugün ölçülenden daha büyük kaymalara neden olacaktır. İnsanlar şu anda canı burnunda yaşıyor. Hele enflasyonun çok daha hızlanacağı açık olan kısa dönemde insanlar öncelikle günlük geçim derdi, ekmek fiyatı, bir ampul söndürsem, bir radyatör kapasam peşinde olacaklar. Günlük dert, açlık, yoksulluk, çocukların beslenmesi kaygıları ağır basacak. Bu karmaşadan kurtulmanın yolunu ortalık soğuduğunda düşünecekler. O nedenle siyasi tercihlerdeki değişimi birkaç ay sonra daha net görebileceğiz. Şu anda seçmen kızgın, endişeli, çaresiz. Ama aynı zamanda sistemin nasıl çözüldüğünü, eğitimin nasıl çöktüğünü, hukukun nasıl keyfileştiğini de her gün toplumsal bellek kaydediyor.

Tam da bu nedenle artık çoğunluk iktidara değil muhalefete bakıyor. Gözünü, kulağını, yüzünü muhalefete dönmüş, bir çıkış bekliyor. Bu süreçte iktidarın oyun planı belli. Her türlü toplumsal muhalefeti 15 Temmuz parantezine alacağını, dolayısıyla da şiddet politikalarını, yöntemlerini artıracağını açık açık söylüyor.  

Mesele muhalefettekilerin ne yapacağı. Yalnızca muhalif partilerin değil, sivil toplumun da yurttaşların da ne yapacağı.

Gidişatla derdi olan herkes ister parti ister yurttaş olsun Türkiye’yi, bu memleketin geleceğini yeniden düşünmek zorunda. Dünyanın Türkiyesi’nde yeni bir geleceği nasıl kuracağımızı düşünmek, topluma anlatmak, toplumu o geleceğe inandırmak zorunda.

Eskiyi unutmalı

Yüz yıldır çok yol geldik, hatalarıyla, kazanımlarıyla. Kimlikleri, kimliklere sıkışmaları da kimlikler arası kutuplaşmaları da ürettiği tüm melanetleriyle yaşadık. Şimdi ne önceki dönemlerin ne de bu iktidarın yaptığı hatalara kilitlenmeden, iktidarınki gibi intikam, rövanş duygularının şehvetine kapılmadan, bütün farklılıklarımızla bir arada onurlu ortak yaşamı inşa etmek zorundayız. Birbirine bakarak, itişip kakışarak değil birlikte geleceğe bakmak zamanı. Birleşmek, tek olmak, birbirine benzemek değil bir arada ve birlikte hareket etme, ortak geleceği kurma zamanı. 

Bunun yolu da yeni bir başkan bulmak değil yeni bir ütopya yazmak. Eğer toplumsal muhalefet hâlâ ve yalnızca adayın kim olacağı etrafında şekilleniyorsa, ülkenin okumuş yazmışlarının kasırganın gözündeyken bile birbirine ilk sorusu adayın isminin belli olup olmadığı oluyorsa, vay halimize. 

Eğer bu siyasi yapı, siyasal kültür, bu hal ve tarzıyla devam edecekse, Metin Altıok’un dizeleriyle, “Bir yarım umuttur elimizde kalan, göğüslemek için karanlık yarınları” demekten başka elde ne kalır ki.

Halbuki bu tuhaf zamanlarda, olağanüstü sıkıntıların içinde, kasırganın gözünde toplumun ortak umuda, ortak heyecana, ortak başarıya ihtiyacı var. Toplum da biliyor hissediyor ki kasırganın gözünden çıkmanın başlangıç noktası önce ışığı görmek.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"