27 Eylül 2010

Halka saygı ve yaratma özgürlüğü

Önce iki televizyon dizisindeki bazı sahneler tartışma konusu oldu, sonra Tophane saldırısı, üstüne de Mardin’de medresede...

Önce iki televizyon dizisindeki bazı sahneler tartışma konusu oldu, sonra Tophane saldırısı, üstüne de Mardin’de medresede defile tartışmaları. Tophane olayı şiddet içerdiği için de daha çok tartışıldı. Tartışma şiddet nedeniyle gündeme girdi ama içeriği şiddet değil, siyasetti ağırlıklı olarak.
Eğer saldıranlar dini güdülerle hareket etmiş olsaydı, bazıları, tezlerinin doğrulanmasından mutlu olacaklardı ama öyle olmayınca sustular. Diğerleri saldıranların dini güdülerle hareket etmediklerini ispatlamaya çalıştılar, sonuçta onlar da rahatladı.
Ne kaldı aklımızda, Tophane’de hayat değişiyor, yeni yerleşenlerle eski sakinler arasında kültürel çatışma var, iki farklı kültür orada kesişince ve maddi menfaatler ve rant da işin içine girince bir şeyler oldu. Yaramaz saldırganlar gelenleri hoş görsün, yaramaz sanatçılar da diğerlerinin hayat tarzına saygılı davransın.
Ama bu tartışmalarda bazı meseleleri layığınca tartışmadık. Özgürlükleri, özgürlüklerin sınırlarını, özellikle yaratma ve üretme özgürlüğünü yeterince konuşmadık. 
Yalnızca Tophane’de değil, örneğin Fatih Çarşamba’da bir ateistin de olabileceğini, hukukun bu hakkı nasıl koruyacağının da üstünde durmalıyız. Dolayısıyla yaygın demokrasi anlayışının sınırlı ve eksik olduğu bu vesileyle bir kez daha ortaya çıktı. Demokrasiyi yalnızca çoğunluğun yapabilecekleri üzerinden tanımlıyoruz. Azınlıkta olanların da var olabildiği, haklarının ve özgürlüklerinin hukukla teminat altına alınabildiyse ancak gerçek demokrasi olabileceğini anlamalıyız. 

Tahammülsüzlük hakim zihniyet iklimi
Hukukun, yazılı kuralların tek başına yetmeyeceğini de gördük. Hakim zihniyet ikliminin ve kutuplaşmanın her konuda tahammülsüzlük üzerine kurulu olduğu, ne kadar derin bir zihniyet ve algı değişikliğine ihtiyacımız olduğu anlaşıldı. 
Daha vahim bir başka nokta, özünde hukuka güvensizliğe dayanan, sorunlarını kendi eliyle ve şiddet diliyle çözebilme tahayyülünün ve eyleminin giderek gündelik hayatımızı nasıl etki altına aldığı görüldü. Bir yıl önce Mardin’de 42 kişiyi ailevi bir nedenden öldürenler, İzmir’de BDP konvoyunu taşlayan modern görünümlü genç kızlar, Tophane’deki saldırganlar aynı güdüyle hareket ediyordu: “Tahammül etmek istemediklerimi, benden farklı olanları, kendi yöntemlerim ve kendi şiddetimle ortadan kaldırabilirim.”  


Sanatta ve bilimde tabu olmaz

Bence asıl bir başka meseleyi hiç konuşmadık. Adeta Tophane’deki sanatçıların da marjinal oldukları, biraz da mahalleliye saygılı davranmaları zımnen herkesçe kabul edilmişti.
Sanatçı hayatı sorgular, eleştirir. Hayat her bir sanatçının her bir eserinde bir kez daha parçalanır, sorgulanır ve yeniden kurulur. O yeniden kurulanın hangisinin ne zaman hayatın aslı olacağını bilemeyiz. Demokrasi yaratma özgürlüğünün önünde hiçbir engel olmamasıdır, ne gelenekler, ne hayat tarzları, ne de mahalleliye aykırı olmak. Sanatta tabular olmaz.
Tıpkı sanatta olduğu gibi bilimde de tabular olmaz. Sanatçı ve bilim adamı toplumun kendini tanımasının, hayatı anlayabilmesinin, yeni hayatlar kurabilmesinin öncüleridir.
Sanatçının ve bilim adamının ürettiklerine ahlaki sınırlar getirmeye başlarsak, o sınırları kimin tespit edeceğini, kimin hakim kimin savcı olacağını işte böyle Tophane bıçkınlarının eline bırakmaya başlarız.  
Ne kültürel çatışma ne farklılığa tahammülsüzlük ne de değişim sancıları sanatçının ve bilim adamının yaratma özgürlüğüne sınır getirilme çabalarını haklı gösterir.  
Yeni anayasa tartışmaları başlarken hak ve özgürlükleri bir kez daha düşünmeye ve konuşmaya ihtiyacımız var. Bu tartışmayı lafı dolaştıran demokratlara ve “olur böyle şeyler” havasını yayan otoritelere rağmen yapmalıyız.




 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"