27 Mayıs 2024

Endişe ve kaygıya doğan kuşak: Türkiye'de gençler neden birey olmakla yurttaş olmak arasına sıkışıyor?

Ülkemiz kuşakları için zaman aralığının baskın ruh haline bakarak benim şöyle bir gruplamam ve adlandırmam var örneğin. 1945-1960 aralığında doğanlar “umuda, barışa doğanlar”, 1960-1980 aralığında doğanlar “heyecana, coşkuya doğanlar”, 1980-2000 aralığında doğanlar “merak ve keşfe doğanlar”, 2000-2020 aralığında doğanlar “endişe ve kaygıya doğanlar” gibi bir ayrım daha açıklayıcı ve yararlı olabilir

Gençlik üzerine çokça teori ve araştırma var. Kuşaklar arası farklılıklar ve gerilimler insanlık tarihi kadar eski, araştırmalar ve teoriler de… Son yıllarda siyasetin ve ekonominin tüm aktörleri her zamankinden daha yoğun biçimde gençleri anlama telaşında. Çünkü bu kez gerçekten farklı olan, kadim açıklamalarla geçiştirilemeyecek denli farklı bir gençlikle karşı karşıyayız.

Kuşak ayrımlarında ve özellikle gençleri açıklamak için Batı’dan alınan “Milenyum Kuşağı”, “Z Kuşağı”, “Alfa Kuşağı” sıkça kullanılan kavramlar. Bu kavramsallaştırmalar kuşakları anlamlandırmak için yararlı kuşkusuz. Rasyonel bireylere dayalı ve sanayi toplumu sürecini neredeyse tamamlamış, bilgi toplumuna geçme yolunda epeyce yol kat etmiş toplumlarda bu teori ve açıklamalar geçerli de. Öte yandan bizim gibi hala sanayi toplumu olmaya ve dünyaya entegre olmaya çabalarken devasa meselelere boğulmuş bir toplumda tüm gençleri bu teorilerle açıklamak ve pozisyon almak hatalı olabilir. Özellikle gecikmiş bir modernleşme yaşamanın telaşı, kimliklere sıkışma, kutuplaşma, laiklik, eğitim, hukuk gibi meselelerle boğuşan bir toplumun gençlerini bu zaman aralığındaki savrulmalarını dikkate almadan Batılı şablonlardan açıklamak sorunlu olabilir. O nedenle daha çok araştırma ve çalışmaya, daha çok özgün teoriye ihtiyacımız var.

Ülkemiz kuşakları için zaman aralığının baskın ruh haline bakarak benim şöyle bir gruplamam ve adlandırmam var örneğin. 1945-1960 aralığında doğanlar “umuda, barışa doğanlar”, 1960-1980 aralığında doğanlar “heyecana, coşkuya doğanlar”, 1980-2000 aralığında doğanlar “merak ve keşfe doğanlar”, 2000-2020 aralığında doğanlar “endişe ve kaygıya doğanlar” gibi bir ayrım daha açıklayıcı ve yararlı olabilir.

Bu tartışmaların ötesinde ise özellikle ülkemizde gerçekten farklı bir kuşak ve durum var karşımızda.

Gençlik, genellikle 15 yaşından yetişkinliğe kadar olan dönemi anlatmak, demografik, sosyolojik durumu açıklamak için kullanılan bir toplumsal adlandırma. Yine de yaş aralığı konusunda ve kullanım yerine, konuya, politikaya bağlı olarak farklı yaş aralıkları da gençliği tanımlamak için kullanılıyor. Örneğin OECD, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Avrupa Komisyonu gibi kuruluşlar gençleri 15-29 yaş aralığında tanımlarken Birleşmiş Milletler gençlik kategorisinin sınırlarını 15-24 aralığı olarak belirlemiş.

Geçen hafta Hisar Okulları için KONDA’nın gerçekleştirdiği “İkinci Yüzyılın Eşiğinde Toplumsal Değerler ve Gençlik” araştırması kamuoyu ile paylaşıldı. Araştırma kapsamında 15-29 yaş grubu, genç olarak tanımlanmış ve uygulanmış.

Bu araştırmada, gecikmiş bir modernleşme yaşayan, hızlı bir dönüşüm içinde olan Türkiye’de gençlerin değerler üzerine düşünce ve algıları inceleniyor. Araştırmanın iki temel ayağı bulunuyor. İlk olarak, gençlerin temel bazı toplumsal değerler konusunda düşünce ve algılarının anlaşılması ve gençlerin hem Türkiye geneli hem de kendi içlerindeki benzerlik ve farklılıklarının ortaya konulması hedefleniyor. Araştırmanın ikinci ayağını ise gençlerin bir tam yüzyılı arkasında bırakan cumhuriyetin temelini oluşturan değerlere yaklaşımlarını görmek oluşturuyor. Buna bağlı olarak, gençlerin cumhuriyetin bugüne kadarki bakiyesi ve geleceği hakkındaki algı, görüş ve beklentileri irdeleniyor.   

Gelecek kaygısı

Gençler denilince homojen bir kuşak ima ediliyor olsa da aslında ülkemiz gençleri de toplumun tüm farklılıklarını ve özelliklerini barındırıyor. Araştırma raporundaki tespitle, “Gençler toplumdan, toplum da gençlerden bağımsız değil. Gençlerin düşünce, yaklaşım ve pratikleri yeni birçok unsuru içerse de içinde yaşadıkları toplumdan tamamen farklılaştıkları söylenemez. Keza gençler toplumun geneliyle aynı siyasi, ekonomik ve sosyal şartlar altında yaşıyor. Toplumdaki düşünce, değer, pratik ve yaklaşımlardan etkileniyorlar. Bunların bir kısmını olduğu gibi sahipleniyorlar, bir kısmını farklı anlamlar yükleyerek yeniden üretiyorlar. Diğer bir deyişle, gençlik yeniyi olduğu kadar mevcudu da içselleştirmekte ve taşımakta. Özetle gençlik ve toplumun geri kalanı arasında hem kopuş / farklılaşma / çatışma hem de devamlılıklardan oluşan bir ilişki bulunuyor.”

Bu ve şimdiye dek benim de içinde olduğum araştırmalardan gördüğüm, ülkemiz gençliğini 15-19, 20-24, 25-29 yaş grupları olarak ayrı ayrı analiz ettiğimizde bile gruplar arası önemli farklılıklar gözleniyor. Yaşlarıyla beraber yaşam içindeki rolleri ve neredeyse tüm duyguları, algıları, beklentileri ve ihtiyaçları değişiyor. Adeta yaşam evresinin gündelik meseleleri gençlerin ruhlarını zımparalıyor. Hayaller, umutlar hızlıca eksiliyor ve yaşamın meşakkati zihinlerini ve gönüllerini ele geçiriyor. Gelecek algısı kısalıyor, gelecek kaygısı ağır basıyor.

Sınıfsal farklılık

İkinci önemli farklılaşma yaş kümesine de bağlı olarak, gençlerin okulda-işte-evde olma durumlarına göre oluşuyor. Gençlerin yüzde 44’ü öğrenci, yüzde 36’sı çalışıyor, yüzde 20’si ise ne işte ne okulda. Açık lise açık üniversite gibi uygulamaları dikkate alınca yüzde 44’ün bir kısmının daha evde olduğunu varsayabiliriz. Bu oranların sonucu aslında şu; neredeyse her 3 gencin 2’si hala ebeveynlerinin vereceği harçlığa bağımlı yaşıyor. Ne işte ne okulda olan gençlerin içindeki eğitim seviyesi yüksek kadınların neden istihdama dahil olamadıkları da ayrıca incelenmeye değer bir durum. 

Üçüncü farklılaşma çocukluğun geçtiği yerle ilgili olarak oluşuyor. Türkiye kırdan kente göçün modern tarihte en hızlı yaşandığı ülkelerden birisi. İl ve ilçe merkezlerinde yaşayanlar 1950’de yüzde 25, 1960’ta yüzde 31.9, 1970’te yüzde 38.5, 1980’de yüzde 43.9, 1990’da yüzde 59, 2000’de yüzde 64.9, 2020’de yüzde 93. Köylerde, kasabalarda ve hatta ilçelerin çoğunluğunda monolitik bir toplumsal doku var. Sokakta herkes aynı “ayıp”, “yanlış”, “suç” algısına sahip. Sınıfsal farklılık göze batmaz, giyim kuşam, yeme içme pratikleri çok da farklı değildir. Genellikle de tek tip aidiyet, inanç ve etnik küme bir aradadır. Bu hayata doğan çocuklar geniş aileden ve mahalleden ataerkil değerleri de monolitik değer ve pratikleri de öğrenirler. Farklılıklar yabandır, dağın öbür tarafındadır.

Fakat bugün ülke kentleşti, hatta metropolleşti, nüfusun yarıdan fazlası 11 metropolde yaşıyor. Tüm farklılıklar metropollerde selam mesafesinde yaşıyorlar. Metropollerde doğan çocuklar artık geniş aileye değil çekirdek aileye, monolitik kültüre değil çoğul ve farklılıkların var olduğu bir kültüre doğuyor. Köylerde, kasabalarda doğanlar üniversiteye veya iş için şehirlere geldiklerinde karşılaştıkları farklılıklarla metropollerde doğan çocuklar 2 yaşında kreşlere, 4 yaşında anaokullarına giderken tanışıyorlar. 

Bugün 15-29 yaş kümesindeki gençlerin üçte ikisi 7 yaşına kadarki büyüme ve yaşama dair temel değerleri öğrenme dönemlerini metropollerde ve şehirlerde geçirmişler. Anneanneler, babaannelerden çok öğrendikleri kreşlerden, anaokullarından, öğretmenlerden, televizyonlardan, tabletlerden, bilgisayarlardan. Değerlerde de olsa gündelik yaşam pratiklerinde de olsa farklılıkların içine doğmuşlar. Bu üçte iki oranı da hızla aşılıyor.

O nedenle bu kuşakta aidiyet ya da kimliklerinde inanç, etnik kimlik kadar cinsel kimlikleri, farklılıklara toleransları, çevre duyarlılıkları çok daha yüksek. Toplumun genelinde gözlenen dini inançlarına, etnik kimliklerine sadakatleri görece önceki kuşaklara göre daha düşük oranda. Gençlerde cinsiyetini ve maddi durumunu, ekonomik sınıfını kimliğinin en önemli kaynağı olarak görenlerin oranları Türkiye genelindekilerine göre daha fazla.

Türkiye toplumunda din/mezhep kimliğini önemli görenlerin oranı yüzde 45 iken bu oran gençlerde yüzde 30’a düşüyor. Türkiye genelinin yarısı “dindarım” derken gençlerde bu oran yüzde 34. Ateist ve inançsızların oranı Türkiye genelinde yüzde 7 iken bu oran gençlerde yüzde 11 seviyesinde. Bu nedenle kendi içlerindeki farklılaşmalarını belirleyen dördüncü unsur  “aidiyet” duyguları.

Anneanneler, babaanneler haneden eksildikçe bazı ataerkil kodlamalara sahip değiller, çekirdek aileden öğrendikleri ağır basıyor. Özellikle anne eğitim seviyesi gençler arasındaki farklılıkları anlamlandırmakta oldukça açıklayıcı bir unsur oluyor. Gençler, Türkiye geneliyle karşılaştırıldığında daha eğitimli anne ve babalara sahipler. Gençlerin yüzde 22’sinin babası, yüzde 14’ünün annesi üniversite mezunu. Gazete ve kitapla ilişkiden tatil ve yeme içme alışkanlıklarına kadar bir dizi yaşam pratiği özellikle anne eğitim seviyesine göre farklılaşıyor.

“Eşitlikçilik”

İşaret ettiğim bu unsurlardan bakılınca gençlerin monolitik bir küme olmadıkları gibi birçok farklı alt kümeye ayrıştıklarını görüyoruz. O nedenle yalnızca doğum tarihlerine bağımlı açıklama ve modeller yetersiz kalıyor.

“Kendinizi tanımlamak için aşağıdaki hangi iki siyasi kimliği / sıfatı kullanırsınız” sorusuna gençlerin yüzde 44’ü “Atatürkçü”, yüzde 38’i “milliyetçi” cevabını veriyor.

“Sizin için hangi iki toplumsal değer önceliklidir” sorusunun cevaplarında gençler, “eşitlikçilik” ve “insan haklarını savunma” meselelerine tüm toplum geneline göre daha yüksek oranda öncelik veriyor. “Hoşgörü ve tolerans”, “çalışkanlık” ve “bireyselcilik” ise toplum genelinin az farkla üzerinde.  “Dürüstlük”, “gelenekselcilik”, “yerli/millilik” ve “misafirperverlik” ise ülke geneline göre görece önemini kaybeden değerler olarak öne çıkıyor.

Her 10 gençten 4’ünün “Cumhuriyet” denildiğinde aklına ilk gelen kelime “Atatürk” oluyor.

“Size göre cumhuriyetin en önemli iki değeri hangileridir” sorusuna gençlerin cevaplarında “bağımsızlık” (yüzde 37), “laiklik” (yüzde 33) ve “özgürlükçülük” (yüzde 30) sıralanıyor. Sırasıyla “özgürlükçülük”, “kadın-erkek eşitliği”, “çağdaşlaşma” ve “bilimsellik” diyenlerin oranı gençlerde toplum geneline kıyasla daha yüksek iken “yurtseverlik”, “dindarlık” ve “devletin bekası” diyenlerin oranları az farkla da olsa genele göre daha düşük.

Öte yandan gençlere göre “laiklik”, “bağımsızlık”, “özgürlükçülük” ve “eşitlik” en önem atfedilen cumhuriyet değerleri arasında yer alsa da bu değerlerin hayata geçip geçmediği sorulduğunda gençlerin çok daha azı olumlu cevap veriyor.

Her 10 gençten 7’si Türkiye’de çağdaş ve iyi bir eğitim sağlanmadığını, bilime önem verilmediğini, 3’te 2’si ise ifade özgürlüğünün olmadığını düşünüyor.

En büyük sorun da bu yarılmadan vücut buluyor. Olması gereken ile olan arasındaki algı farklılığı gençlerin birey olmakla yurttaş olmak, marifetini geliştirmekle şahsiyetini geliştirmek arasında bocalamalarını üretiyor.

Gençlerin yalnızca yüzde 36’sı gelecekte şu ankinden daha iyi şartlarda yaşayacağını, yalnızca yüzde 23’ü cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türkiye’nin ekonomi, demokrasi, sağlık ve eğitim gibi temel alanlarda çok daha iyi noktada olacağını düşünüyor. Bulgular gençlerin ülke için de kendileri için de son derece karamsar olduklarına dikkat çekiyor.

Nitekim bu araştırmaya göre gençlerin yüzde 56’sı yani yarısından fazlası imkânı olsa başka bir ülkede yaşamak istiyor. Böyle düşünmeyenlerin oranı sadece yüzde 24.

Karamsarlık bireyselliklerini ve belki de bencilleşmelerini üretiyor. Daha önemlisi ülkede ve hayatın her alanında fırsat eşitliğinin kayboluyor olması memleketin geleceği ile kendi geleceklerine dair farklı algı, beklenti ve hayallerini şekillendiriyor. Geleceğe, memlekete güvenleri eksiliyor.

Yaklaşık her 2 gençten 1’i cumhuriyetin ikinci yüzyılında en çok “güçlü ekonomiye önem verilmeli” diyor. En çok verilen ikinci cevap ise “adaletin sağlanması”, ardından “dünya çapında eğitim” cevabı oluyor.

Araştırmanın tüm bulgularını bir arada değerlendirerek araştırmacıların vardığı sonuç şu: “Araştırmanın bulguları gençlerin cumhuriyet değerlerine sahip çıktığını ancak bu değerlerin yeterince toplumsal hayata yansımadığı görüşünde olduğuna işaret ediyor. Kendi hayatlarını ve geleceklerini doğrudan ilgilendiren alanlarda bugüne kadar yapılanları yeterli görmüyorlar. Bu da gelecek konusunda endişeli ve karamsar olmalarına yol açıyor.” 


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

Şoven iktidarlar çoğalıyor, Batı tıkanıyor: Avrupa’nın sorunu sağın yükselişi mi ütopyasızlık mı?

Dünyanın bugün karşı karşıya olduğu sorunlar, adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, otoriterlik, ekonomik ve teknolojik tekelleşme gibi meseleler karşısında hala duyarsızlar, eskinin kibrine teslimler. Ancak asıl tehlike aşırı sağın yükselişi değil, geçici bir araz gibi düşünülen, konuşulan popülizm, otoriterlik ve keyfiliğin kalıcılaşıyor olması. Herkes birbirinden korkar hale geliyor ve korkularla güvenlikçi ve ahlakçı politikalar kalıcılaşıyor. Bu da dünyanın adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk meselelerini kalıcılaştırıyor

Kireç badanalıdan seramik kaplı mutfağa: Moderneleşme telaşı sofra adabını nasıl değiştirdi?

Toplumun yaşadığı gecikmiş modernleşmenin telaşı ve savrukluğunu en iyi gözleyebileceğimiz alanlardan birisi yeme içme alışkanlıkları. Sofra fiziki olarak da anlam olarak da değişti. Konut ve mutfak değişti çünkü. Yer sofrasında yemek yiyenler yüzde 30’a geriledi. Hanelerin yüzde 82’sinde bulaşık makinesi var

Ortak yaşamı düzenleyecek yeni bir siyasetle iyileşme mümkün mü?

Bir toplumsal iyilik tanımına ve düzenlemelerine ihtiyacımız var. Toplumsal esenliğin ve iyi olma halinin tek tek bireylerin iyi olma hallerinden ve iyiliklerinden oluşabileceği umudu gerçekçi değil