08 Temmuz 2024

Çözümden çok itirazı örgütlemek: Otokratlar seçmenin aklına nasıl giriyor?

Sistemin krizi yoksulluğu, adaletsizliği çoğaltıyor, kalıcılaştırıyor, eşitsizlik, yoksulluk popülist söylemi besliyor, popülist söylem toplumsal rıza üretiyor, krizler yumağı popülist iktidarlara otokrasi fırsatı üretiyor gibi bir sarmalın içindeyiz sanki

2024 yılı başlarken bu yıl dünyanın yarısında seçimler yapılacağını ve bu seçimlerin sonuçlarının küresel ara buzul dönem için tamam mı devam mı sorusunun cevabını vereceğini not etmiştik. Şu ana kadar seçimlerin üçte ikisi gerçekleşti. (Fransa genel seçimleri de yapıldı ve beklendiği gibi aşırı sağcı, daha açık yazalım faşist parti birinci oldu.)

Hemen hemen tüm ülkelerde aşırı sağ veya sağ partilerin hakimiyeti sürüyor. Hiçbir ülkenin seçimlerinde küresel krizler yumağının çözümüne dair bir vizyon duymadığımız gibi popülist, otoriter eğilimlerin yükselmeye devam ettiğini görüyoruz. Genel küresel siyasi gidişat bakımından iki siyasi özelliğiyle Türkiye yine bir vaka analiz laboratuvarı gibi özgün bir örnek oluşturdu.

Birincisi 22 yıllık bir iktidara, keskin toplumsal ve siyasal kutuplaşmalara, kimliklere sıkışmalara, demokratik olmayan seçim sürecine karşın muhalefet, sosyal demokrat bir parti, zorlama ve kurumsal ittifaklar oluşturmadan yerel seçimleri kazandı. Bu başarı nasıl, neden olduğundan, CHP ve adayları analizinden öte kendi başına özellikle Avrupa için dikkate değer bir örnek oldu.

İkincisi de iktidarın seçim sonuçlarına dair tutum ve davranışıydı bana göre. Yıllarca muhaliflerin önemli bir kısmı iktidarın sandık hileleriyle seçimleri hep kazanacakları, kaybetseler de iktidarı devretmeyecekleri kabulüne yaslandı. Türkiye siyasi kültürünün tüm eksikli, sorunlu yanlarına karşın toplumun oylarıyla iktidar değiştirme deneyimi, kazanımı, darbeci de olsa sandıktan kaçamadığı gerçeğinin önemi ıskalandı. İktidar seçimi kazanmak için tüm süreçleri, kaynakları, devlet gücünü kullandı, seçim süreci demokratik biçimde yürümedi. Yine de ülkenin darbeci generalleri dahil tüm otokratları meşruiyetlerini seçimlerden aldılar. İktidar da yaptıklarına 22 yıl boyunca tüm seçimleri kazanarak toplumsal meşruiyet kazandırdı. Seçim sonucunu kabul etmeyerek zorlamanın ne türden bir toplumsal tepkiye neden olduğunu 2019 İstanbul yerel seçimlerini iptale zorladığında yaşadı.

Türkiye seçmeni ilginç bir örnek oluşturdu

Seçmenin çok büyük çoğunluğu her seçimde olduğu gibi yine sandığa gitti, tercihine sahip çıktı. Seçim geceleri sonuçlar belli olduktan sonra, tüm saçma sapan komplo teorilerine ve öngörülerine karşın kaybeden iktidar da kazananlar da toplum da oldukça soğukkanlı ve sakin kaldı. Bu bakımdan Türkiye seçmeni de siyaseti de yine ilginç bir örnek oluşturdu.

Türkiye yerel seçim sonuçlarının dünyadaki 2024 yılı seçimlerine kıyasla oluşturduğu örneğin daha önemli bir yanı vardı. Tüm teori, öngörü, komplo teorilerine karşın görüldü ki popülist, otoriter bir iktidar tüm devlet ve medya gücüne karşın seçimlerde kaybedebilir.

31 Mart’a geri dönme sebebim, bu yazıyı Samos’ta Symi 2024 Sempozyumu'ndan yazıyor olmam. Bu yıl 26’ncısı yapılan Papandreu Vakfı’nın düzenlediği Symi Sempozyumu’nun konusu “demokrasi krizi.” Rusya’dan Brezilya’ya, Macaristan’dan Suriye’ye farklı ülkelerden, farklı disiplinlerden 80 siyasetçi, sivil toplumcu ve entelektüel beş gün boyunca dünyanın gidişatını ve demokrasi idealinin nasıl yeniden güçlendirilebileceğini tartıştı.

Birbirlerinden öğrenip birbirlerini besliyorlar

Tüm örnekleri dinlediğinizde ve ülkelerin özgün geçmiş, karakter ve meselelerini dikkate alsak da ortak bir zihni ve yapısal sorun olduğu ortaya çıkıyor. Aşırı sağ veya sol, popülist ve otoriter siyasetçiler ve hareketler görünür yüzeyde şoven, milliyetçi duygularla birbirleriyle kavga ediyor görünseler de birbirlerinden öğreniyorlar, kopya ediyorlar, birbirlerini besliyorlar. Tüm ülkelerde ötekileştirici, şoven, nefret söylemi korku politikalarından besleniyor. Hepsi muhalefeti ötekileştiriyor, itibarsızlaştırıyor ve giderek düşmanlaştırıyor. Ellerindeki yasama ve yürütme gücüyle de muhalif söylem, hareket, hak arama ve protesto eylemleri yasalarla da yasaklanır, cezalandırılır zemin oluşturuluyor.

Sonuçta demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne inanç gibi hala insanlığı tanımlayabilen elimizdeki en güzel üç ideal katlediliyor. Hala bu üç ideali aşan bir başka hikaye insanlığın elinde olmadığı için de her otokrat hareket ve lider en demokratın kendisi olduğunu iddia edebiliyor.

Bir başka ortaklık, neredeyse hepsi kendileri veya etraflarının atfettiği biçimde yeryüzünde tanrının eli ya da temsilcisi gibi bir vehimle düşünüyor ve hareket ediyor. İktidarlarına bir kutsallık ve buradan da vazgeçilmezlik, yenilmezlik yükleniliyor.

Başkaca birçok analiz, gözlem, kavramsallaştırma mümkün. Fakat şu sorunun cevabı önemli, günümüzdeki otokratların Mısır’da Sisi gibi birkaçı hariç toplumsal rıza ile iktidara geliyorlar. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bir süre yaygın olan askeri darbecilik eskisi kadar yaygın değil. Şimdi popülist karakterler sayesinde seçim kazanıyorlar. Putin de Netanyahu da Le Pen ve Meloni de seçim kazanarak iktidara geliyor, seçim kazanarak iktidarlarını sürdürüyorlar.

Günümüzün otokrat iktidarlarının ortak özelliklerinden birisi toplumsal rızaya dayanmaları. Toplumsal rıza ile seçim kazanarak iktidara geliyorlar, sanayi toplumunun ulus devlet modelinin tüm araçlarını daha da güçlendirerek kullanıyorlar. Ve giderek de kalıcılaşıyorlar ya da Batı Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi son yüzyılın yaşanmış tüm metanetlerine karşın hala yükseliyorlar.

Bu tespit, iki noktaya odaklanmayı gerektiriyor. Birinci olarak toplumsal rıza nasıl üretiliyor sorusunun peşine düşmek gerekiyor. Toplumlar, bireyler ne yaşıyorlar, hangi duygularla hareket ediyorlar, neden umut değil korku baskın düşünüyorlar ve benzeri sorulara cevap aramak gerekiyor. Dolayısıyla nasıl oluyor da ‘adalet, özgürlük, eşitlik’ arayışı değil de korku, nefret, ötekileştirme duygu ve söylemleri daha çok oy alıyor? Nasıl oluyor da yaptıkları görülmüş, keyfilik, otokratlık, kayırmacılık, şovenlik politikaları ortaya çıktığında bile ikinci, hatta üçüncü dönemleri için de oy almaya devam edebiliyorlar?

Çözüm uluslararası yapılarda değil devlette

İkinci nokta olarak ise ulus devlet modelini tartışmak, yeniden düşünmek gerekiyor. Tüm krizlerine, git-gellerine karşın hala meselelerin çözümü için insanlığın geliştirdiği en etkin model devlet aygıtı. Gazze meselesinde ve benzeri tüm örneklerde gördük, Birleşmiş Milletler diye bir örgütün adı var kendi yok. Avrupa Birliği kendisi krizde, ne Bosna’da Müslümanlar katledilirken ne Akdeniz’de insanlar her gün boğulurken etkin değil seyirci. NATO ne işe yarıyor belli değil. Pandemide Dünya Sağlık Örgütü’nün etkisizliğini, kadın cinayetlerinde İstanbul Sözleşmesi’nin yetmezliğini, çevre felaketlerinde Paris Antlaşması’nın bahsinin geçmediğini görüyoruz. Küresel meseleler var ama insanlığın elinde etkin bir küresel araç, kurum ve kurallar yok. Olabilen, yazılabilen bazı kural ve standartların da hiçbir uygulanma gücü, oluşturulan kurumların uygulatma kapasitesi, kaynağı ve gücü yok.

Elimizde hala meselelere karşı en etkin mekanizma devlet. Fakat hangi devlet, nasıl bir devlet? Teknolojik sıçrama ve küreselleşme süreciyle beraber ulus devletlerin etkinliğinin ve rollerinin bir kısmı ulus ötesi kurumlara, bir kısmı yerellere doğru kayacak ve devlet yeniden yapılanacak beklentisi güçlüydü. Fakat 11 Eylül 2001 terör saldırılarından itibaren değişen ve güçlenen güvenlik arayışı devletlerin rolünü güçlendirdi. Seksenli yıllardan itibaren sağlık, eğitim, sosyal güvenliğin devletlerin sorumluluğundan özel şirketlere geçişinin ardından sosyal devlet rolleri piyasaya bırakılmış, tüm odağı güvenlik olan yeni bir devlet modeli oluştu.

Doğu bloku çöküp Sovyetler Birliği dağılınca varsayılan tarihin sonu gelmediği gibi tek kutuplu bir dünyanın da mümkün olmadığı görüldü. Yeni ve güvenlikçi kası güçlü yeni devlet modelinin ürettiği yeni dünya okuması, anlamlandırması yeni bir küresel bölüşüm kavgası başlattı. Siyasi egemenlik alanı bölüşümü, ekonomik egemenlik alanı bölüşümü ve kültürel gerilim gibi üç katmanlı küresel bölüşüm kavgası bölgesel savaşlara doğru evrildi.

Sosyal devlet kasları neredeyse yok olmuş fakat güvenlik kasları son derece güçlenmiş ulus devlet modeli hayata yeniden ve daha güçlü biçimde egemen oldu.

Teknolojik sıçramayla değişen gündelik hayat ritmi, göç ve metropolleşme süreci teknolojik sıçramayla da kuvvetlenince değişen toplumsal dokular ve bireysel hayatlar, tüm bu büyük-çoklu değişim dinamiği endişe ve kaygıyı üretti. Hayatın her alanındaki çoklu değişim, dönüşüm dinamiği insanları afallattı. Küresel bölüşüm gerilimleri risk algısını büyüttü. Sınırlar kalkıyor derken sınırlara fiili duvar inşaatları dönemi başladı. Toplumlar eskisinden de daha güçlü biçimde yeni devlete sığındılar, yalnızca güvenliği değil hayatın diğer alanlarını da devlete devretmeye hazır hale geldiler.

Öte yandan bu ulus devlete geri dönüş sosyal devlete geri dönüşü de üretmedi. Örgütsüz, korumasız, özgüvensiz bireyler, toplumların geçim, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik meseleleri serbest piyasaya bırakıldı.

Yerkürenin ritim değişikliğiyle yapısal krize giren sanayi toplumunun ekonomik modeli, güncel ve finansal hamlelerle krizi atlatabileceğini düşündüğü için de yeni ulus devlet modeline omuz verdi.

Hikaye elbette bu kadar basit ve şematik değilse de sonuçta bugün yaşadığımız çoklu ve sürekli krizler yumağı, ekonomik modelinden devlet ve demokrasi anlayışına kadar sanayi toplumunun krizi.

Gücü bir kez ele alınca krizi manipüle ediyorlar

Popülist liderler ve hareketler bu krizleri anlatıyorlar seçmenlerine. Seçmenlerin geçim, eğitim, sağlık, barınma ve güvenlik ihtiyaçları ve şikayetleri üzerinden yükseliyorlar. Çözümden çok itirazı örgütlüyorlar. Sistemin krizinden besleniyorlar. Popülist söylem bu itirazlardan şekilleniyor. Ama tüm bu söylemleri bir vizyon üzerinden değil çoklu ve süreli krizler yumağının ürettiği krizler yumağının ürettiği korkular üzerinden geliştiriyorlar. Sanayi toplumunun standarda ve ölçeğe dayalı üretim modelinin krizlerini kullanarak tekellerin, sermayenin desteğini alıyorlar. Bir kez iktidara ulaştıklarında, yeni devletin olağanüstü gücünü kullanarak değişimi değil krizleri manipüle etmeye başlıyorlar.

Serbest pazar görünümlü ekonomik model şimdi bir avuç endüstriyel, finansal ve teknolojik tekelin denetimine geçmiş durumda. Ulus devletler güvenlik esaslı bir zihniyete teslim olmuş durumda. Değişen yerkürenin ritminin de zorlamasıyla ekonomik model çökmüş, teknolojik sıçrama nedeniyle iş, ilişki biçimleri dahil tüm kurum ve kurallar krize girmiş, toplumlar da korkuya teslim olmuş durumda. Yeni bir vizyon olmayınca da değişerek krizi aşmak yerine korunanlara, güçlü devlet söylemine teslim olunmuş durumda.

Sosyal devleti yeni bir anlayışla kurgulamadan, devleti demokratikleştirmeden, denge denetleme mekanizmaları, şeffaflığı, hesap verebilirliği hayata geçirmeden yani iktidar gücünü demokratikleştirmeden popülist iktidarlardan kurtulabilmek mümkün değil. Sistemin krizi yoksulluğu, adaletsizliği çoğaltıyor, kalıcılaştırıyor, eşitsizlik, yoksulluk popülist söylemi besliyor, popülist söylem toplumsal rıza üretiyor, krizler yumağı popülist iktidarlara otokrasi fırsatı üretiyor gibi bir sarmalın içindeyiz sanki.

Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü için daha ileride bir vizyonu olmayan, devleti demokratikleştirerek yeniden yapılandırma iddiası olmayan, toplumsal rızaya dayanmayan siyasi projelerle bu krizler yumağından çıkabilmek mümkün değil. Bunun için de yeni bir siyaset anlayışı, örgütlenmesi, liderliği ve örgütlenmesi gerekiyor. Yeni siyaset için de geçmişe değil geleceğe dair bir hikâye gerekiyor.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

CHP için kritik eşik: Yeni örgüt, yeni üyelerle parti nasıl bir Türkiye hayal ediyor?

Eylülde yapılacak tüzük kurultayı, CHP’nin ‘değişim’ sürecinin yeni bir aşaması olacak. Bu aşamada partinin önünde iki fırsat alanı var. Ancak kurultay yine gruplar arası çekişmelere hapsolursa, CHP’den değişim beklemek hayalden öteye geçmeyecektir

Türkiye ile Botsvana arasında ironik bir kıyas: Ekonomide on beş yılda ne değişti?

Tüm tarihsel ve ekonomik süreç, sektörel ve yapısal farklılıklar, demografik ve kültürel yapıdan ekonomik ve sosyal dinamik farklılıklarına karşın iki ülkenin 42 yıllık süreç sonunda kişi başı gayrisafi hasılası arasındaki değişim ya da farklılık yok denecek kadar küçük. Bizim ekonomimiz ve kişi başı gelirimiz dalgalanırken Botsvana istikrarlı bir biçimde artış eğilimini sürdürmüş görünüyor

Toplumsal öfke yükselirken iktidarın önceliği düzeni korumak mı, hukuk ve yasa mı?

Türkiye’de şu anda çalışabilir durumdaki 12 milyona yakın kişi iş bulamıyor. Bu sıkışmışlık gençlerde öfke üretiyor. Siyaset bu öfkeyi kendi çıkarı için kullanabilir ya da ciddi bir uyarı olarak alabilir

"
"