12 Şubat 2024

Büyük sağ koalisyon; kutuplaşma yeni bir paradigmaya dönüşüyor

Yerel seçimlere doğru giderken siyasi aktörler arasında yeni bir hizalanma seziliyor. Son on yıldır siyasette ve seçmende iktidar yandaşlığı-karşıtlığı ekseninde bir siyasi kutuplaşma yaşanıyordu, şimdi iktidarın yeni bir hamlesiyle karşı karşıyayız. İktidar, Erdoğan öncülüğünde büyük sağ koalisyonu hedeflemiş durumda. Amaç tüm sağ, milliyetçi, muhafazakar partileri bir araya getirmek, modernlerin ve Kürtlerin bir kesiminin partileri olarak CHP’yi, TİP’i ve DEM’i yalnız bırakmak

Sekiz yıl süren seçim rallisinin sonunda seçmen yoruldu ama siyasi aktörlerden bakılınca ilginç bir durum oluştu. 2017 yılındaki referandumla beraber geçilen başkanlık sistemi için “yüzde elli artı bir oy” şartının siyasette konsolidasyon üretmesi beklenirdi. Ama öyle olmadı, hareket iki yönlü oldu. Bir yandan yeni aktörler güçlü biçimde çoğaldı diğer yandan ittifaklar kaçınılmaz hale geldi.

Türkiye toplumunu iki boyutlu bir grafikte düşünürsek, bir boyut/eksen sosyoekonomik gelişmişlik, diğer boyut/eksen de etnik aidiyet. Bu iki eksenin dört uç noktalarını adlandırırsak modernler-muhafazakarlar-Türkler-Kürtler demek mümkün. AK Parti, CHP, MHP ve DEM (öncesinde BDP ve HADEP) bu dört ana kümenin siyasi temsilcileri gibiydi.

Fakat dördü de kimliklere sıkıştı bir yandan, diğer yandan da kapsama alanlarını da siyasi pozisyonlarını da geliştiremedikleri, sosyolojik değişime cevap üretemedikleri, bir bakıma tıkanmaya başladıkları için kendi seçmenlerinde memnuniyetsizlik arttı. Her birinde farklı ton ve dozda olsa da ana akım sayılabilecek bu dört parti seçmen gözünde itibar ve oy kaybetti.

Bunun sonucunda önce İyi Parti sahneye çıktı ve 2018’de kutuplaşmış siyasi ortamda yüzde 10 mertebesinde bir oy ağırlığına ulaştı. Daha sonra Deva ve Gelecek partileri sahneye çıktı ama bekledikleri, başlangıçta hedefledikleri seçmen ilgisine ve ağırlığına ulaşamadılar. Bu üç parti de başlangıçlarında dört köşeye doğru hareket eden ana akımların boşalttığı merkezi doldurmayı hedeflemişti. Ama Deva ve Gelecek hiç başaramadı, İyi Parti ise yakalamış gibi görünen fırsatını kendi tercih ve hatalarıyla harcama eğiliminde.

Merkezi hedeflemek yerine daha sert, öfkeli ve itiraza dayanan yeni bir siyaset tarzını tercih eden Yeniden Refah, Zafer, Memleket ve Türkiye İşçi Partisi sahne aldı. Kamuoyundaki beklentinin aksine belirli bir güce ulaşmış da görünüyorlar. Özellikle Zafer ve Yeniden Refah partilerinin yayınlanan araştırmalara göre genel seçimlerin ardından daha da güçlendikleri ve giderek siyasi gündemi etkileme gücüne ulaştıkları görülüyor. 

Yerel seçimlere doğru giderken siyasi aktörler çoğalıyor gibi görünse de paradoksal biçimde siyasi aktörler arasında yeni bir hizalanma seziliyor.

Son on yıldır aktörlerin de seçmenin de pozisyonlarını kimlikleri kadar iktidar yandaşlığı-karşıtlığı eksenindeki siyasi kutuplaşma belirlemişti. İktidar yanlısı blokun öncüleri Ak Parti ve MHP’nin oluşturduğu ittifak genel seçimler öncesinde genişleyerek Hüdapar, DSP, BBP’yi de arasına aldı. İktidar karşıtı pozisyondaki partiler arasında ise genel seçimlerde üç ayrı (Millet, Emek ve Özgürlük, Ata) ittifak oluşmuştu. Genel seçimlerin kaybının ardından daha yedi ay geçmişken üç ittifak da dağılmış durumda.

 

Şimdi iktidarın yeni bir hamlesiyle karşı karşıyayız. İktidar Erdoğan öncülüğünde büyük sağ koalisyonu ya da konsolidasyonu hedeflemiş durumda. Yine iki eksen üzerindeki dört köşe metaforuna dönersek, amaç merkezde gibi görünseler de Türkler ve muhafazakarlar kümelerindeki tüm sağ, milliyetçi, muhafazakar partileri bir araya getirmek, modernlerin ve Kürtlerin bir kesiminin partileri olarak CHP’yi, TİP’i ve DEM’i yalnız bırakmak.

İktidar bunu başarmaya bugün daha yakın görünüyor. Bu durum Türkiye için yeni bir şey değil, daha önceki yıllarda da böylesi büyük kutuplaşma, cepheleşme sürecini yaşamıştık.

1950’de cumhuriyetin kurucu kadrolarının oluşturduğu CHP ilk çok partili seçimi kaybetti ve Demokrat Parti iktidara geldi. 1954 ve 1957 genel seçimlerini de kazanan Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti güçlenmeye başlayan muhalefete karşı 1957 seçim zaferi sonrasında Vatan Cephesi’ni oluşturdu ve seçmenlerini bu oluşuma kaydetmeye başladı. Menderes, 12 Ekim 1958 tarihinde bir konuşmasında halkı Vatan Cephesi saflarında toplanmaya çağırmıştı:

“Muhalefetteki arkadaşlarımızın vatanperverliğine bugün bir defa daha huzurunuzda müracaat ederek rica ediyorum: Kin ve ihtirası desteklemekte devam etmesinler. Vatana hizmetin hangi istikamette olduğunu düşünerek muhalefetin kötü gidişine paydos desinler. Anarşiye ve nifaka paydos dedikten sonradır ki, hakiki demokrasinin ve hürriyetin güneşi bütün parlaklığı ile ortaya çıkacak, milletimizin terakki ve tealisine giden yolu daha da aydınlatacaktır.”

Bugünkü muhalefete yönelik söylemle benzerlik dikkatinizi çekmiştir. Vatan Cephesi’ne katılanlar her gün radyodan ilan edilmeye başlandı. İktidar ve muhalefet partileri arasındaki cepheleşme topluma da yansıdı. O yıllarda nüfusun yüzde 75’inin yaşadığı köylerde DP ve CHP’lilerin gittikleri kahveler, camiler ayrışmaya başladı. Bu ayrışma birçok başka unsurun, niyetin de gerekçelerinden birisi oldu ve 27 Mayıs darbesine gelindi.

Benzer bir ayrışma ve cepheleşme yetmişli yıllarda yaşandı, Milliyetçi Cephe hükümetleriyle tanıştık. MC hükümetleri 1975 ve 1977 yıllarında TBMM’de grubu bulunan sağ eğilimli partiler tarafından kuruldu. 1975’te AP-MSP-MHP-CGP koalisyonu birinci, 1977’de AP-MSP-MHP koalisyonu ikinci Milliyetçi Cephe hükûmetini oluşturdu. Adalet Partisi Demokrat Parti’nin devamı iddiasındaydı, MHP o günün Türkçülerinin, MSP o günün İslamcılarının CGP de o günün merkez sağ siyasetinin partileriydi. Milliyetçi Cephe hükümetleri Türkiye’de yükselen sol siyasetin önünü kesmeyi, CHP’nin yeniden iktidar olmasını engellemeyi ve yakın bir tehlike olarak gördükleri, Türkiye’de komünizmin gelişmesini durdurmayı amaçlamıştı.

O yıllarda dünya NATO ve Varşova Paktı arasında bir soğuk savaşın içindeydi, NATO sol hareketlerin durdurulması yönünde her türlü örtük faaliyeti ülkemizde de yürütüyordu. Camilerde vaazlarda, sokaklarda dağıtılan, devletin bastırdığı broşürlerde, kitaplarda ve bir kısım medyada sol fikriyatın ne denli zararlı ve tehlikeli olduğu anlatılıyordu.

Buna karşılık sol fikriyatın tarihindeki en güçlü olduğu, sendikaların, odaların, derneklerin en etkin olduğu dönemlerden biriydi. O günün MC hükümetleriyle beraber sol fikriyatın güçlü olduğu her sendika ve derneğin karşısına hükümetin de desteğiyle milliyetçi bir sendika, dernek oluşturuldu.

Bir yandan küresel soğuk savaş, diğer yandan endüstrileşmeye başlayan ülke, endüstrileşmenin talep ettiği emek nedeniyle hızlanan iç göç ve toplumsal değişimler devletin de bizzat taraf olduğu bir gerilime dönüştü. NATO’nun da o günkü politikalarıyla örgütlenmiş sözde komünizme direnecek sivil savunma birlikleri ya da gladyo tipi informel örgütler, gençlik komando kampları cepheleşmenin taşıyıcısı oldular.

Gençlik, özellikle de üniversiteli gençlik dünyadaki 1968 gençlik hareketinin de etkisiyle politize olmaya, örgütlenmeye başlamıştı. Cepheleşme gençliğe de yansıdı ve giderek şiddet ve silahlı saldırıya dönüştü. Önce sol eğilimli akademisyenler ve gazetecilere saldırılar ve sonrasında giderek gençlik örgütleri arası silahlı mücadele süreci başladı. Günlük gazetelerin ön sayfalarında bir gün önce öldürülen sağ ve sol gençlerin sayılarının yer aldığı tabelaların yayınlanmasının sıradanlaştığı bir dönem yaşandı. 1974-1980 yılları arasında 5.388 kişi ve 281 güvenlik görevlisi karşılıklı saldırı ve çatışmalarda öldürüldü.

Ardından sağ-sol çatışmalarının da en büyük bahanesi olan 12 Eylül darbesi geldi ve iki yılda resmî rakamlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askerî mahkemelerce yargılandı, cezaevlerinde ise işkence sonucu 171 kişi olmak üzere yaklaşık 300 kişi öldü, 48 kişi idam edildi, 1.683.000 kişi ise fişlendi.

Yetmiş yılda yaşadıklarımızdan ders almamış siyaset şimdi yeniden bir başka cepheleşmeyi güçlendirmeye çalışıyor. Artık siyasi söylemlerin içinde hakaret sıradanlaştı. Öfkeli siyasi nutuklar doğrudan tehdide dönüştü. Geçen hafta iktidar koalisyonunun bir sözcüsü muhalefetteki bir milletvekiline “Türkiye sen ve senin zihniyetinden tamamen arındığı gün feraha erecek” diyordu. Zihniyetle siyasi mücadele işin esası ama “sen” vurgusu yetmişli yılları yaşamış birisi olarak beni irkiltti açıkçası.

İktidarı oluşturan zihni koalisyon kendi dünya okuması, ülkeyi anlamlandırması ve siyasi çıkarı açısından yeni sağ koalisyonu gerekli görüyor. Daha önemlisi de mümkün görüyor. Muhalefetteki dağınıklık, amaçsızlık ve özellikle de CHP’deki savrulma ve çözülmenin sonucu bugün muhalefette gibi görünen CHP, TİP ve DEM dışındaki tüm partilerin kurumsal akıllarının ve örgütsel yapılarının iktidara doğru yönelmesini mümkün kılıyor.

Dünya bir küresel ara buzul dönem yaşıyor. Dünyada temsili demokrasi, ekonomik sistem krizde ve tıkandı. Yerkürenin ritmi, teknolojik sıçrama ve sosyolojik değişim var olan sistemleri, kurumları ve kuralları değişime zorluyor. Yeni çağın hikayesi ve siyaseti elimizde yok. Hemen tüm ülkeler ve toplumlar değişmek-değişmemek ikileminde sıkışmış, krizler yumağından afallamış durumdalar. Tüm toplumlar benzer kutuplaşmalar içindeler. Popülist, otoriter ve değişmek yerine olanı korumak, sınırlara duvarlar çekip kabuğuna çekilmeyi savunan, ahlakçı ve güvenlikçi söylemi kendine esas almış iktidarlar çağındayız. Yeni kurulamadıkça olanı yeniden bölüşüm kavgası sıcak çatışmalara dönüşmüş halde. Değişim rüzgarlarıyla değil küresel egemenlik kavgasıyla karşı karşıyayız.

İktidarı oluşturan zihni koalisyon AK Parti, MHP, devlet bürokrasisi ve diğer yancı aktörleriyle bir bütün olarak dünyanın bu karmaşasını devletin bekası ve güvenliği üzerinde bir risk olarak okuyor. Bence de yaşanan küresel ara buzul dönem ülkemiz için de riskler içeriyor. Ama çözüm ya da risklerden kaçınmak için bu zihni koalisyonla farklı yollara düşüyoruz. İktidar özgürlük-güvenlik ikilemini güvenlik, demokrasi-refah ikilemini refah, beka meselesini devletin bekası olarak görüyor. Ben ise ülkenin geleceğini özgürlük ve güvenlik, demokrasi ve refah, cumhuriyet ve demokrasi, kalkınma ve çevre diye görüyor, toplumsal bekayı önemsiyor, “biz” duygusu tüm farklılıkları kapsayıcı, ortak yaşama iradesi güçlü, hukukun üstünlüğüne inancı yüksek toplumu hedef olarak görüyorum.

Devletin bekasından ve güvenlik kaygısından yola çıkan, devletin geleneksel “makbul vatandaş” politikalarını dirilterek sahiplenen iktidarın bu bakışında muhalefetin sağ-muhafazakar-milliyetçi aktörleriyle daha kolay ittifak oluşturabilmesi mümkün görünüyor.

Bir yandan o aktörlerin genel seçimler öncesinde CHP ile oluşturdukları ittifak demokrasi hareketine dönüşemedi. Bu vahim hata yalnızca onların tercihleri nedeniyle değil CHP ve Kılıçdaroğlu’nun eksik ve hatalı liderliğiyle yaşandı. Seçim yenilgisinin travması ve birbirlerine öfke muhalefette müthiş bir savrulma ve dağılma üretmiş durumda.

Genel seçimlerin ardından Orta Doğu’da yaygınlaşan çatışmalar, dünyadaki küresel bölüşüm kavgasının yeni safhası, PKK’nın, IŞİD’in, DHKP-C’nin terör saldırıları güvenlikçi bakışın zeminini güçlendiriyor. CHP’nin savrukluğu, DEM’in yeniden yalnızca Kürt meselesine kilitlenişi muhalefet için yerel seçimlerde yeni bir hizalanmayı imkansız kılıyor.

Üstelik bugünün muhalefetindeki sağ-muhafazakar-milliyetçi partilerin örgütsel kadroları da ağırlıklı olarak sağ siyasetçilerden oluşuyor. Beklenen, hayal edilen yeni yüzler o partilerden uzaklaşmış durumda. Örgütsel dokuları da kurumsal akılları iktidara doğru çekiyor.

Erdoğan ise oyun kurucu tek aktör olarak kalmış olmanın rahatlığı içinde büyük sağ koalisyona toplumsal rızayı inşa etmekle meşgul. Eğer bunu örgütsel seviyede başarabilirse referanduma gerek olmadan arzuladığı anayasa değişikliğini Meclis’te gerçekleştirebilir de. Böylece iktidardaki ittifakı çeşitlendirerek, çoğaltarak genişletmiş olacak, diğer yandan da tek bir ortağa bağımlı olmaktan kurtulacak.

Erdoğan için mesele bu yeni genişlemiş sağ koalisyona toplumu razı etmek, bu rıza üzerinden aktörleri hizalamak. Bunun için toplumda bir fırsat alanı görüyor. Seçim sonuçları üzerinden bakılınca toplumun siyasi tercihleri bakımından böyle bir şans olduğunun soldaki tablodan anlaşıldığının da altını çizelim. Öte yandan toplumsal dinamikler açısından ne olabileceğini analize gelecek hafta devam edelim.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

Hepimizin meselesi: Kürt meselesinde yeni bir aşama mümkün mü?

Kürt meselesi temelde devletin yeniden yapılandırılması, demokratikleşmesi, yargının baştan aşağı yenilenmesi, çok kültürlü ve kimlikli toplumsal yaşamın kuralları ve yapılarının tanımlanması gibi pek çok başlıkla birlikte tartışılmalı. Bu konular Kürtüyle, Türküyle ve her türlü kültürel, toplumsal, siyasal ve bireysel kimlik farklılıklarıyla hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü eski kurallar yalnız Kürtleri değil, çoğunluğa dâhil olmayan her türlü kimliği yok saymaya dayalı

"
"