Ben 11 yaşından itibaren parasız yatılı okullarda okudum. Bayramlarda, tatillerde kasabaya dönmenin heyecanını ve keyfini tahmin edersiniz. Yaşımız büyüdükçe bazı heyecanlar azaldı belki. O gidişlerin (hala da öyle) en keyifli kısmı geceler boyu süren uzun sohbetlerdi. Güzel anam, beni karşısına alıp saatlerce soru cevap faslını sürdürür, onun merak ettikleri bitince de aile içi dedikodulardan başlayarak tüm kasaba gözden geçirilir.
Hala da geniş aile bir araya geldiğinde en keyiflisi, meraklan başlayıp, kahkahalarla süren o uzun gecelerdir. Gecenin bir saatinde artık konular bitmiş, bazı anekdotlar üçüncü kez anlatılıp gülünmüş, bazı aile efradının kulakları beşinci kez çınlatılmıştır artık.
İşte o saat gelip, yeni muhabbet konusu açacak takat kalmadığında, anamın geleneksel cümlesi gelir:
“Artık lafın çürüğü kaldı, haydi yataklara!”
Ben bu sözü çok anlamlı bulurum. O nedenle de çok konuşanların giderek çürük sözlere sığınmaya başladıklarını düşünürüm.
Referandum sürecindeki tartışmalarda bu hale geldi. Kimse kusura bakmasın, liderler dâhil, her gün ekranlarda gördüğümüz (aslında toplasak yüz ismi bulmayacak otoriteler !) tartışmacıların laflarının artık çürükleri faslına geldik.
Geçen gün ofiste konuşurken iş arkadaşımız Aydın, dil sürçmesiyle referandum yerine “feverandum” dedi. Hem çok güldük hem de üzerinde biraz konuşunca, zaten bu referandum sürecinin gerçekten de feverandum sürecine döndüğünde hemfikir olduk.
Siyasetçilerin siyaseti böyle sanmalarını, tanımlamalarını ve ona uygun davranarak feveran nutukları çekmelerini anlıyorum. Ama anlı şanlı üniversitelerin sanal gruplarındaki yazışmalardaki çürük lafları anlayabilmem mümkün değil. Hiç kimse, iki paragraf kendi fikrini yazamıyor ama herkesin “belgelerim” dosyalarında her duruma uygun başkalarından kopyalanmış yazılar ve başkalarının ürettiği Powerpoint sunumlar hazır maşallah. Yazılabilen iki cümlenin birisi de karşı fikirdekine küfür, hakaret, şiddet ifadeleri. Sevinçlerle, yaşamla ilgili değiliz ama tehdit ve ölümlerle oldukça ilgiliyiz.
Mademki bu yazı birazcık dertleşme üslubuna döndü o zaman size gerçek bir hikâye anlatayım. Bir anketörümüzle sohbet ediyorduk geçenlerde. Sosyolog, işsiz, evli, , gencecik bir genç kız. Ayda iki gün yevmiyeli anketörlük yaparak evinin gelirine katkıya çabalıyor. Dedi ki “ölmekten korkuyorum, bu yaşta, daha hiçbir şey göremeden, yapamadan, ölmek istemiyorum.”
Gencecik, hem de üniversite eğitimli bir genç kıza, bu ruh halini dayatan bir hayat sunuyor bu ülke?
Bu insanlar yalnızca var olan koşulların değişmesini istiyorlar. Daha iyi bir hayatı hak ediyorlar. Tartışmayı ne tarafından yaparsanız yapın, hangi argümanları öne sürerseniz sürün, var olanı değiştirmeye yönelik hiçbir politik söylemin bu insanlarca kabul edilmemesi söz konusu değildir.
Bunun için anketlere, referandumlara gerek yok.
Soru nettir: Var olanla devam mı, yoksa değiştirelim mi?
Bu ister Anayasa ister yasa ister sistem olsun sonuç değişmeyecektir. O zaman gerçek meselemiz, bu sade vatandaşın önüne nasıl bir değişim projesi koyduğumuzdur. Şimdi sunulanın yanlışları, eksikleri yerine kendi değişim projemizi öne çıkarmaktır. Kendi ütopyamıza sarılmaktır.
Kendi ütopyamız yoksa da o zaman ya önümüze dayatılana ya da korkularımıza teslim oluruz. Olan da budur!