2023 seçimlerine, normal zamanda yapılırsa bile artık 9 ay kaldı. Kamuoyunun ağırlıklı olarak peşinde olduğu sorular, muhalefetin adayının kim olacağı ve Erdoğan’ın seçmen desteğindeki kayda değer kaybını geriye çevirmeyi başarıp başaramayacağı. Doğal olarak herkes seçim akşamı ortaya çıkacak siyasi tabloya ve özellikle de cumhurbaşkanlığı seçimini kimin kazanacağına odaklı.
Göründüğü kadarıyla muhalefet de o akşama odaklı bir strateji izliyor. O nedenle seçimden sonrasına dair iddia ve vaatlerinden daha çok bugüne itirazlar üzerinden bir seçim stratejisi uyguluyor.
Benim tezim ise şu; cumhurbaşkanlığı seçimini kimin kazanacağı elbette önemli ama bu kazanımı belirleyecek strateji, Türkiye’nin bozulmuş tüm kurum ve kurallarını demokratikleştirerek yeniden kurmayı hedeflemek olabilir.
Yaşanan yıkımı yeni bir yaratıcı yıkım sürecine çevirebilmek için böyle bir strateji gerek. Bunun yolu da muhafazakar-seküler-Kürtler şeklindeki üç Türkiye’nin büyük toplumsal uzlaşmasını inşa edebilmek. Böyle bir hedefin peşine düşülmez ise cumhurbaşkanlığı kazanılsa da kurum ve kural değişikliklerini yapabilecek siyasal güce ulaşmak mümkün olmayacak.
Altılı masada temsil edilen muhalefet, anayasayı değiştirerek güçlendirilmiş parlamenter sistem vaat ediyor. Ama o noktaya varabilmek için önce seçimi kazanacak stratejiyi kurmak, seçimi kazanmak ve sonrasında ekonomik, siyasi ve dış politikadaki güncel meseleleri doğru yönetebilmek gibi yaşanacak süreçler var.
Bu süreçler doğru yönetilse bile anayasayı değiştirebilecek siyasal güce ulaşmak gibi bir mesele daha var. Aslında bu üç süreç ve hedef birbirine bağlı. Kritik soru aslında şu; muhalefetin başarı çıtası nerede? Cumhurbaşkanlığını kazanmak mı, anayasayı değiştirecek siyasal güce yani sayısal olarak yüzde 58-60 bandında bir oy oranına ulaşmak mı?
İşte tam bu noktada kritik bir varsayım var muhalefetin zihin dünyasında. Eğer seçimi kaybederse AK Parti ve Erdoğan ne yapar? Nasıl bir muhalefet stratejisi izler?
Oldukça iyimser varsayım, böylesine merkezileştirilmiş, güçlendirilmiş ve keyfi kararlara açık, denge denetleme mekanizmaları olmayan bir cumhurbaşkanlığı gücünü muhalefetin kazanacak adayının kullanmasını AK Parti’nin istemeyeceği. Bu nedenle parlamentoda anayasayı değiştirecek 400 milletvekilliği, hatta 360 milletvekilliği kazanmak gerekmediği, çünkü AK Parti’nin de parlamenter sisteme geçmek, değilse bile denge denetleme mekanizmalarını kurmak için destek vereceği varsayılıyor. Ya da AK Parti’nin bölüneceği, en azından bir grup AK Parti temsilcisinin değişime destek vereceği hesaplanıyor sanki.
AK Parti kaybederse sert muhalefet yapar
Benim varsayımım, bu iyimser varsayımların tam tersi, beklentim de o nedenle birkaç yıl sonra bir başka seçimin kaçınılmaz olduğu. Bu tezimi bu köşede birkaç kez yazdım. Çünkü ben seçimi kaybetse de hem Erdoğan ve AK Parti’nin oldukça sert bir muhalefet stratejisi yürüteceğini hem de AK Parti’nin uzun yıllar daha ülke siyasetinin lideri değilse de önemli bir aktörü olmaya devam edeceğini düşünüyorum. Bu nedenle de büyük toplumsal uzlaşmaya dayalı yeni bir anayasa yapmadan ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal temel hiçbir probleminin çözülemeyeceğini, bunu sağlamanın yolunun da seçim stratejisinin bu hedefe göre kurgulanmasına bağlı olduğunu söylüyorum.
Yalnızca cumhurbaşkanlığını kazanmanın yeteceğini düşünenlerden ya da bugünkü devasa güçleri kullanarak yeni cumhurbaşkanı üzerinden meselelerin tepeden inme yöntemlerle çözüleceğine inananlardan değilim.
Seçimi kaybeden AK Parti’nin çözülmeyeceği tezimin sosyolojik ve siyasal, tarihsel ve güncel nedenleri var.
Bu hafta AK Parti’nin 21’inci kuruluş yıldönümü haftası. AK Parti, 28 Şubat askeri müdahalesi, 1999 Marmara Depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizleri gibi müthiş bir toplumsal travmanın yaşandığı sürecin sonlarında kuruldu. Toplumun, devletin düzenin hakim tüm aktörleriyle güven ilişkisini kestiği, gelecek beklentisinin karamsar olduğu bir dönemdi. 12 Eylül’ün ardından ülkenin teknolojiyle, sanayi ve ihracatla, göçlerle kentlere aktığı ve dış dünya ile tanıştığı, sosyolojik değişimin kendine bir vizyon aradığı dönemin son sahnesi, bu dört yıllık travmatik süreç olmuştu. 1980 Darbesi ile 2002 Seçimleri arasında kurulan hükümetlerin ortalama görev süresinin 1 yıl 4 ay olduğu, hemen her seçimde birinci partinin değiştiği, toplumun değişime önderlik edecek siyaseti aradığı bir 20 yıllık süreç sonunda AK Parti kuruldu.
Kurucu iradesi siyasal İslamcı hareketten gelen AK Parti, geleneksel sağ siyasetlerden eklemlenenlerle ‘muhafazakar demokrat’ bir siyaset izleyeceğini vaat ederek başladı. Önce seçim aritmetiği ve seçim barajının azizliğiyle yüzde 34 oyla parlamentonun üçte ikisine sahip oldu, küresel konjonktürün ve dinamiklerin de açtığı fırsatı kullanarak yola çıktı. Şunu da not edelim ki kuruluşundaki AK Parti programına, Erdoğan bugün imza atmayacaktır.
Geçmişine gittiğimizde siyasal İslamcı hareket Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi gibi her biri bir öncekini aşan, kendince kapsama alanını genişletmek için siyaset tarzını geliştiren bir siyasi geleneğin son temsilcisiydi. Mutlak bir iktidar çoğunluğunu yakalamanın, konjonktürün fırsatlarını da kullanmanın sonucu AK Parti kitle partisine dönüştü ve 2007 seçimlerinde yüzde 48 oy oranına ulaştı. Sonrasında seçmenini önce “AKPartilileştirmek”, sonra da “Erdoğancılaştırmak” olarak adlandırabileceğimiz süreçler yaşandı. Bugün gelinen noktada artık AK Parti kitle partisi değil. Yeniden başlangıç noktasına dönerek bir kültürel kimliğin ve siyasi geleneğin partisi haline döndü.
Bir kimliğin partisi haline dönüştüğü için de bunca ekonomik tufana, siyasi hataya ve yanlışa karşın belli bir oy oranı eşiğinden geriye doğru gitmiyor henüz.
Bugünün AK Parti seçmenleri artık hem dindar muhafazakar bir kimliğin seçmenleri hem de Erdoğan ile kurdukları ilişki bir siyasi lider ilişkisinden daha yoğun ve derin.
Erdoğan bugün Gezi’de cami yakılmadığını bildiği halde yakıldı diyorsa, seçmenlerinin inanacağını bildiği için söylüyor.
Erdoğan ile bugün 2007’deki seçmen desteğinin yarısına gerilemiş kitlesi arasındaki ilişki ağırlıklı olarak duygusal ve karşılıklı güven ilişkisi. Bu duygusallığı üreten, besleyen birçok örnek sayabiliriz ama bu duygusal ilişki Erdoğan’ın kendi kitlesine yalnızca liderlik etmekten öte bir dünya ve hayat görüşü de sağlıyor. Bu görüşün referans noktaları da esas itibarıyla siyasal İslamcı hareketin geçmişteki parametreleriyle tanımlı.
Dolayısıyla Erdoğan’ın bugünkü seçmen kitlesi esasen Cumhuriyet ve Batı medeniyeti karşıtlığından beslenen, laiklikle de toplumsal cinsiyet eşitliği talebiyle de meselesi olan bir kitle.
Bir diğer unsur olarak AK Parti ve Erdoğan’ın kitlesine özgüven kazandırdığını da not etmek gerek. Dindarların önemli bir kesiminde var olan düzenin “makbul vatandaşı” olmadıkları algısı ve duygusunu Erdoğan yok etti. AK Parti iktidarı süresince bu kitlenin ekonomik ve sosyal kazanımları da oldukça güçlü oldu. Kamu hizmetlerine erişim ve kamu otoritesi içinde yer almakta fırsat üstünlüğü kazanmış ve şimdi o kazanımlarını kaybedeceği korkusu oldukça güçlü bir kitle. Geçmiş partilerinin her biri düzenin hukuku tarafından kapatılırken, onlar şimdi siyasal sisteme hakim bir partinin seçmenleri hatta üyeleri. Şimdinin tek ve yalnız makbul vatandaşının kendileri olduğu gibi bir özgüvenle cüretkarlaşabiliyorlar. Üstelik yargıdan diyanete, güvenlik güçlerinden yerel bürokrasiye kadar son derece keyfi desteği de yanlarında.
Seçmen sayısı ortalamanın hâlâ çok üzerinde
Bugün kırsalda yaşayanlar içinde AK Parti seçmenlerinin oranı gerilemiş olsa da hâlâ Türkiye genel seçmen oranının çok üzerinde. AK Parti seçmenlerinde lise ve üstü eğitime sahip olanlar, Türkiye genel ortalamasının altında kalıyor. Büyük çoğunluğu aynı zamanda eğitim sermayesi düşük ailelerden geliyor. Ağırlıklı olarak düşük ve orta seviye gelire sahip seçmenler.
AK Parti seçmenlerinde kendini geleneksel muhafazakâr olarak tanımlayan kesimdeki azalmayı, AK Parti seçmen tabanının daralması ve dindar muhafazakâr kesime sıkışmışlık olarak gözlemlemek mümkün.
Genele baktığımızda, AK Parti seçmenleri içerisinde hayat tarzlarını “geleneksel muhafazakâr” olarak tanımlayanların oranı Türkiye ortalamasından biraz daha az, kendini “dindar muhafazakâr” olarak tanımlayan AK Parti seçmenlerinin oranı Türkiye ortalamasının oldukça üzerinde.
Demografik, sosyolojik ve kültürel özellikleriyle Erdoğancı ve AK Partili seçmenin hem dini ve ahlaki kaygıları, hem milliyetçi ezberleri ve Batı’nın Türkiye’yi böleceği korkusu hem de AK Parti döneminin ekonomik ve sosyal kazanımlarını kaybetme korkusu yüksek.
Sosyolojik ve kültürel kimliğiyle düşündüğü, duygulandığı ve hareket ettiği için de Erdoğan’a sadakati hâlâ oldukça yüksek. O nedenle Erdoğan’dan yanlışlarını görseler de kolayca vazgeçmeyecekler.
Erdoğan onlara, onlar da Erdoğan’a hâlâ moral güç ve destek veriyor. Tam da bu nedenle AK Parti’nin seçime kaybetse bile kısa vadede dağılmasını beklemek doğru değil. AK Parti ve Erdoğan seçimi kaybettiğinde bile uzlaşmacı davranmayacaktır. Erdoğan’ın siyaset tarzına bakıldığında sürekli gerilimden, çatışmaktan, rekabette el yükseltmekten beslendiğini görüyoruz. Bugün uzlaşmacı bir siyasete döneceğini beklemek gerçekçi değil.
Öte yandan hâlâ AK Parti örgütünün ve seçmeninin ait oldukları bir siyasi gelenek olduğunu da unutmamak gerek. Tüm bu unsurlar nedeniyle seçimi kaybetse de oyun planı sert bir muhalefet stratejisi olacaktır.
Eğer bugünün muhalefeti büyük uzlaşmayı ve seçimde yüzde 58-60 oy bandını hedeflemeyen bir seçim ve siyaset stratejisi ile devam ederse, seçimleri kazansa bile özellikle ekonomik tufanı yönetme sürecinde kısa vadeli başarı mümkün görünmüyor.
İyimser varsayımlar elbette yalnızca AK Parti üzerine değil dünya konjonktürü üzerine de kuruluyor. Yalnızca cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış muhalefet ne yazık ki ekonomik tufanı atlatmanın tek yolunun seçimi kazanmak olduğunu varsayıyor.
Topluma, seçmene ekonomik onarım sürecinin ne denli zorlu olacağını henüz kimse anlatmıyor. Sanki cumhurbaşkanlığı kazanılınca dış kaynaklar akacak, ekonomi birkaç ayda düzelecek sanıyorlarsa yanılıyorlar.
Halbuki bugün küresel ekonomik dinamikleri, ekonomik ve siyasal yeni egemenlik ve yeniden bölüşüm kavgasının Türkiye için ürettiği riskleri ve fırsatları değerlendirmeden, seçimlerde ve sonrasında yaşayacaklarımız üzerindeki etkilerini, rollerini hesap etmeden iyimser ekonomik beklenti gerçekçi değil.
Bugünün küresel dinamiklerinin Türkiye’nin geleceği üzerinde ürettiği riskler de seçimlerden sonra muhalefetteki Erdoğan’a güçlü bir muhalefet stratejisi üretmesine enerji verebilir.
Tüm bu unsurlara bakılınca AK Parti kısa vadede hâlâ en önemli siyasi aktörlerden birisi olmaya devam edecektir. Bugünün muhalefeti çok başarılı olsa, AK Parti’nin gerilemesi sürse bile tarihsel ve kültürel nedenlerle varlığını daha uzun yıllar sürdürecektir.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı