27 Ekim 2009

Ağlarsa anam ağlar

Boşanmış kadınların yarısı, dul kadınların onda biri anne babalarıyla beraber yaşamaktadır.

Bizim araştırma bulgularımıza göre, evliliklerin neredeyse onda biri “kendi rızası dışında” gerçekleşirken, görücü usulüyle evlenme oranı da yaklaşık onda altıdır. Rızası dışında evlenme yalnızca ülkenin bazı bölgelerinde görülüyor sanıyorsanız yanılırsınız İstanbul’da da bu oran civarında olduğunu belirtmeliyim. Ülkedeki her üç kadının ikisi evleneceği erkeği kendisi seçememektedir. Boşanmış kadınların yarısı, dul kadınların onda biri anne babalarıyla beraber yaşamaktadır.
Kadınlarımızın beşte biri ailenin maddi imkânsızlıkları, beşte biri çevrelerinde gidebilecekleri okul olmadığı için, beşte biri “kız çocuğu zaten bu kadar okur”  veya “istemedim” diyerek kendi iradeleriyle, dörtte biri de aile büyükleri istemediği için eğitime devam etmemişlerdir. Üstelik eğitime devam edememenin bu gerekçeleri varsayıldığı gibi yalnızca Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere bazı bölgelere mahsus değil tüm ülkede yaygın gerekçelerdir.
Eğitime devam edebilenlerin çalışma durumlarına bakıldığında ise, lise mezunu kadınların üçte biri, üniversite eğitimlilerin üçte ikisi çalışmamakta ve ev kadınıyım dedikleri görülmektedir.
Kadınların yalnızca beşte biri kendisi sosyal güvenliğe sahiptir, beşte üçü de eşinden dolayı sistemin içindedir. Geri kalan beşte birin yarısı anne basından sosyal güvenceye sahipten öbür yarısının hiçbir sosyal güvencesi yoktur.
Buraya kadar ki bulgular özeti ve durum tespiti iki noktayı öne çıkarıyor. Birincisi, kadınlar açısından özgürlüklerinin ve haklarının önünde başlıca engel olarak geleneksel bir zihniyet iklimi var. Üstelik bu zihniyet iklimi yalnızca ekonomik olarak geri kalmış yörelerde önümüze çıkan bir durum da değil. Ülkenin hemen her yanında var. Göçle beraber toplumsal yapı yeniden biçimleniyor. Dolayısıyla kentleşme ile modernleşme ile ekonomik gelişme ile iyiye doğru değişeceği varsayılan bu zihniyet en azından kadın hakları meselesinde değişmiyor.
İkinci nokta da kadının özgürleşebilmesi, haklarını kullanabilmesi için, konuşabilmesi için toplumsal hayatta, kamusal alanda, siyasette olabilmesi gerekir. Hâlbuki yalnızca yukarıdaki demografik veriler bile kadının toplumsal hayatta, kamusal alanda var olabilmesinin bu demografik gerçekliklerle nasıl olanaksız olduğunu ya da önümüzdeki engellerin ne kadar zorlu olduğunu gösteriyor.
Şu temel soruyu konuşmalıyız: Kadının toplum hayatındaki yeri ne olacak? Toplumsal hayatta, kamusal alanda ve siyasette kadınlar ne kadar aktif olabilecek, kendi dillerini geliştirebilecek, kendi yazdıkları rolü kendileri oynayabilecek? Yoksa dinin, erkeklerin, yasaların, yönetmeliklerin kılık kıyafetten neyi düşünüp neyi düşünemeyeceklerine kadar tanımladığı bir hayatı mı yaşayacaklar? Bu konuda kadınlara kurulan tuzakları kadınlar aşabilecek mi?
Örneğin siyasette azda olsa etkin olmayı başarmış kadınlar, başarılarının teyidini erkek gibi davranarak, erkek gibi düşünerek, erkeklere daha erkek olduğunu ispatlamaya çalışarak mı var olacaklar yoksa siyasete kadın elinin değmesini, daha çok barış daha çok huzur daha çok sevgi konuşulmasını sağlayarak mı? Hatırlayalım Tansu Çiller gibi bir kadın Başbakan çıkarmayı başardı bu toplum. Ama aynı zamanda Çiller’in dönemi Kürt sorununun, kardeş kavgasının, ölümlerin, bombaların en yoğun yaşandığı dönem oldu.
Modernleşme ve özgürleşme olarak kabul ettiğimizin bazı şeylerin, bir başka sonucunun da toplumsal hayattan dışlanmalarına yol açma riski de taşıdığını içtenlikle konuşabilecek miyiz? Örneğin, türbanı üniversitelere almama kararının, en sade tanımıyla insan haklarına aykırı olduğunu, tekstil atölyelerine sigortasız işçi üretme mekanizmasına döndüğünü de, onları eve ve kocaya mahkûm etmeye yönelik çabalara su taşıdığını da konuşalım. Ama bunun yanı sıra türban kullanmanın gerekçesi olan yaklaşımların, bir başka boyutunun da kadınları toplumsal hayattan sürüp çıkarmaya yol açma potansiyeli taşıdığını da konuşalım.
Ülkemizdeki muhafazakârlığın tüm geleneksel renklerinin giderek din referanslı bir karaktere dönüşmekte olduğu şu günlerde kadın ve insan hakları belki daha da kuvvetli konuşmalıyız.
Günümüzdeki her sorunun karmaşıklığını, çok boyutluluğunu, çok eksenliliğini dikkate almadan alınan siyasi pozisyonlar üzerinden hiçbir sorunu çözemeyeceğimiz gibi kadınlarımızın sorunlarını da çözemeyeceğimizi bilelim.
Ama kadın sorunu kadim sorun, çünkü insanlık tarihi boyunca hayatın pratiği de felsefe ve siyaset de kadın ve erkek arasında bir hiyerarşi olduğu kabulünden yola çıktı. Kadın erkek arasındaki farklılıkları bir hiyerarşiye gerekçe yapmak genel kabul gören bir düşünüş biçimi oldu. Şimdi geldiğimiz noktada mesele cinsiyet farkının hiyerarşik olmadığı gerçeğini kabul ederek düşünmeye başlamak kadar basit ve sade ama bir o kadar da aşılması zor bir mesele.

Yazarın Diğer Yazıları

Gençler gelecekten umutsuz: Neden bu ülkede çocuk yetiştirmekten kaçınıyorlar?

Gençler gelecekten umutsuz oldukça evlenmek ve çocuk sahibi olmaktan kaçınır oluyorlar doğal olarak. Toplumsal psikolojideki bu durum yalnızca yaşam memnuniyeti gibi algıları ve beklentileri değil giderek doğrudan demografik sonuçlar da üretir hale gelmiş durumda... Ülkenin genç insanları ve bir bakıma enerjisi, yönetme ve değiştirme potansiyeli olan 50 yaş altı insanlarının büyük kısmı başka bir ülkede ve başka koşullarda yaşamı arıyorlar. Çünkü ülkenin sorunlarının çözüleceğine inançlarını kaybediyorlar. Giderek ortak yaşama arzu ve iradeleri eksiliyor

İktidarın 2025 yılında erken seçim kararı vermesini gerektirecek koşullar hazır mı?

Bireysel hayatlarında umutsuz ve çaresiz olan insanlar, dünyanın karmaşıklığı, Orta Doğu’nun sıcak savaşa dönüşmüş gerilimlerine bakarak istikrar ve “güçlü devlet” algısını içselleştiriyor ve onay veriyorlar. Bu siyasi iklim içinde iktidarın 2025 yılında erken seçim kararı vermesini gerektirecek koşullar yok henüz. Bugünden bakılınca 2025’te siyasette büyük bir değişim ve sıçrama beklemek gerçekçi görünmüyor

2025'e girerken: Temsili demokrasi krizde, devleti yeniden kurgulamak vakti

Bugün neredeyse ülkelerin ve otokratik liderlerin yönettiği tüm ülkelerde güçler ayrılığı aşınıyor, tümü az veya çok tek adamların kontrolüne giriyor. Diğer yandan bu liderler eliyle devletin fonksiyonları, sorumluluğu olması gereken alanların tümüyle devlet dışı aktör ve aygıtlara bırakılması eğilimi güçleniyor. Her ülkede tarihsel yaşanmışlıkları, özgün karakteristikleri nedeniyle farklı gibi görünse de temel mesele aynı. Sanayi toplumunun yalnızca ekonomik modeli değil tüm sistemleri krizde

"
"