Otuz iki yıl sonra yasakçı zihniyet nihayet direnişine ara verdi ve 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı'ndaydık.
Beni en çok etkileyen slogandı: “1977’de Taksim'deydik 2010’da da Taksim'deyiz.” Hâlâ tetikçilerinin adını bilmediğimiz ama organize edenin derin devlet olduğunda hiç birimizin kuşkusu olmayan o lanetli günden sonra, ilk kez marşlarımız, şarkılarımızla oradaydık.
Çok ama çok heyecanlıydık, kalabalıktık, neşeliydik, bazılarımız nostaljik hüzün ve duygu doluydu ama bir şeyler eksikti. Hemen tüm sol gruplar, feministler, çevreciler gibi yeni hayatın yeni muhalifleri, eskiler, yeniler, tek tip giyinenleri rengarenk olanları, genci yaşlısıyla yine o meydana çıktık.
Tüm gün boyunca organizasyon komitesinin platformunda üç yalnızca üç şarkı vardı: 1 Mayıs Marşı (hatta Kürtçesi bile okundu), Edip Akbayram’ın İstanbul ve Çav Bella.
İşte eksik olan bir şeylerin sırrı buradaydı. Siyasi duruşları farklı 6 sendika konfederasyonu düzenlediği için muhtemelen ancak bu üç şarkıda mutabakat üretebilmişlerdi. Bizim ülkemizde mutabakat, uzlaşma denen şeyin minimumda anlaşmak olduğunun açık bir belirtisi daha. Biz uzlaşmadan kendimizi de değiştirerek çoğalma anlamıyoruz, en az ortak noktada beraberce çakılı kalıp, hareket alanını kısıtlamayı anlıyoruz. Bu yazıda meramım bu anlayışı tartışmak değil, geçelim. Ama bir ikinci ihtimal daha var: 32 senede yeni bir direniş şarkısı, mücadele şarkısı üretememiştik. İşte eksik olan şeyin sırrı buradaydı.
Elbette, her birimizi birey olarak coşturan şarkılarımız, türkülerimiz vardır, elbette bireysel tarihimizde kendimizce kahramanca hayata direndiğimiz anlarımız vardır. Ama hepimizin, yüz binlerin ortak coşkusunun yeni şarkısı yoktu. Şarkı yoktu da roman, film var mıydı? Ya da bir başka vesileyle yaşanmış, başarılmış, milyonları etkilemiş eylem, miting, protesto?
O meydanda Ergenekon’u lanetleyen solcular da vardı, darbeyle irticacı iktidardan kurtulmayı dileyen solcu da. Üstelik ikisi de hala kendini gerçek sol sanıyor, temsil ettiğini sandığı gerçek sol adına o meydana akıyordu.
Bir de benim kızlarım dahil gençler oradaydı. Daha coşkulu ve daha neşeliydiler üstelik. Kimi için 1 Mayıs annelerinden babalarından dinledikleri bir heyecan, kimi için oldukça bilinçli seçimdi.
Bizden önemli farkları galiba onlar o meydanda bir de eğleniyorlardı. Önümde duran genç kız DİSK bayrağı taşıyan sevgilisine bir ara “telefonumun şarjı bitiyor, bayrağı ver de gidelim” dedi.
Bu kadar derin farklılıklar orada olunca da ortak kararlılık, tutku, heyecan eksikti o meydanda.
Buruktuk içten içe. Eminim günün coşkusu sırasında da sonrasında da çoğumuz bir iç muhasebe yapmıştır. 32 senede ne olmuştu?
Hayata ve diktatörlere ve egemenlere yenilmiş miydik? Yenilen biz miydik yoksa fikirlerimiz miydi?
Ya da yorgun muyduk? Belki de sorunlar yok olmuş, çözülmüştü.
Aslında hiçbirisi, belki biraz yorgunduk ama sorunlar oradaydı, hayatın ritmi değişmiş, sorunlar çeşitlenmiş, emek yalnızca kol emeği olmaktan çıkmış, mağdur yalnızca işçi olmaktan fazlasıydı artık. Ve biz yeni hayatın ritmine uygun yeni iddiayı üretemediğimizden yönsüz, pusulasız kalmışlığın burukluğu ve hüznü içindeydik. Üstelik bunu kendimize bile itiraf etmekten korkuyorduk. Belki de çözüm çok kolaydı, çok sadeydi: Bildiğimizi sandığımız her şeyin bugün artık doğru olmayabileceğini ya da bugün aynı yöntemlerin geçerli olmayabileceğini, paradigmalarımızı değiştirmeye hazır olarak, kabul ederek yeniden düşünebilmek.
Çünkü hayatın ritmi değişti. Hayat daha karmaşık, çok boyutlu, çok eksenli, çok aktörlü. Düşünce sistematiğimiz değişti. Sanayi toplumuna dair bildiklerimiz ve ürettiğimiz düşünce modelleri bugüne yetmiyor. Eski bildik, taraftarlarına bir amaç ve varlık duygusu veren politik hareketler bu amaçlarını yitirdi. Değişen hayatın dışında kaldılar.
Sorunlar bitmedi, arttı, asıl önemlisi çoğaldı ve çeşitlendi. Sorunların, sorunların çözümüne dair iddialarımızın ışıltısı geçtiğinden de değil, çoğaldıklarından ve biz tümünü kapsamanın yolunu bulamadığımızdan ışıltımız sönük duruyor.
Başka bir soru: dün meydandaki sol, gelecek üzerinde ne kadar etkili olma potansiyeli taşıyor?
Fikri güç olarak, kitle gücü olarak, örgütlü güç olarak?
Bütün bu soruların bence tek bir cevabı var: Ütopyamızı yitirdik. Yeni bir sol ütopya tasarlamadan, yeni hayatın yeni sol iddiasını üretmeden bugünkü haliyle, 1 Mayıs 2010 tarihindeki sol, ülkenin geleceği için bir umut ve potansiyel taşımıyor, ne fikri güç olarak, ne kitle gücü olarak ne de örgütlü güç olarak. O zaman yeni ütopyayı tasarlama, üretme, iddia haline getirme zamanıdır.