Köşe komşum Ali Yaycıoğlu’nun gazetemizde geçen haftaki yazısı çok önemli bir tezi dillendiriyordu. Yaycıoğlu’na göre Milli Mücadele ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir yönüyle Fransız Devrimi geleneği içinde, bir monarşinin içsel dinamiklerle sonlanıp, yerine ulusal egemenliğe dayanan yeni bir rejim kurulması olarak düşünülebilir; diğer yönüyle ise, emperyalist bir paylaşım projesine karşı bir ulusal bağımsızlık hareketi olarak.”
Yaycıoğlu’na göre bu özelliği ve ardından gelen radikal Atatürkçü reformlar nedeniyle de küresel gündemi etkiler, ardından gelen yıllarda da birçok ülkedeki siyasi hareketlere ilham verir.
Bu perspektiften bakarak 2023 seçimleri de Yaycıoğlu’na göre “Türkiye’nin bölgesindeki ve dünyadaki konumunu düşünürsek, sadece Türkiye’nin kaderini belirlemeyecek. Otoriter ve irrasyonel fırtınanın sardığı birçok başka ülke için de Türkiye’deki seçimler referans kaynağı olacaktır.”
Bu teze tümüyle katılıyorum. Yaycıoğlu’nun “otoriter ve irrasyonel fırtına” olarak tanımladığı sürece ben “küresel ara buzul dönem” diyorum. Bu dönemi tanımlamaya ihtiyaç yok aslında, hep beraber yaşıyoruz. Trump’tan Le Pen’e, Putin’den Zelenski’ye, Urban’dan Netanyahu’ya kadar birçok ülkede popülist, otoriter, keyfi davranan, şoven liderler dönemi yaşadığımız.
Son 15-20 yıldır birçok ülkede bu türden liderlerin ve hareketlerin güçlendiğini, temsili demokrasinin seçim sistemleri üzerinden toplumsal rıza alarak iktidara geldiklerini görüyoruz.
Bu küresel ara buzul döneme gelişin ve bu dönemin açtığı sorunların, yaşanan sürecin kendine özgü nedenleri ve sonuçları var kuşkusuz.
Ama geldiğimiz noktada dünya bunalımda. NATO ve Avrupa Birliği derin bir krizde. Ukrayna Rusya’nın işgaline direnmeye çalışıyor. Yoksulluk ve adaletsizlik küresel ölçekte de ulusal ölçekte de ağırlaşıyor ve kalıcılaşıyor. Gıda krizi kapıda. Enerji ve gıda fiyatları artıyor. Küresel ekonomik krizin nasıl aşılacağına dair ne küresel ne ulusal politikalar hâlâ yok. Dünya Sağlık Örgütü yeni salgınlar için alarm veriyor.
Pandemiye eşlik eden ekonomik krizin ardından dünyanın birçok ülkesinde toplumsal krizler başlamış durumda. Çünkü tüm bu karmaşa esas olarak küresel ve ulusal ölçekte yeni çağa dair vizyon sahibi iktidarlarla değil popülist, otoriter, keyfi iktidarlarla yönetiliyor.
Yirmi yılı aşkın süredir insanlık çağ değişiminin gerektirdiği yeni vizyonu, kurumları, kuralları gerek küresel gerek ulusal ölçekte nasıl oluşturacağını değil, bu süreci nasıl tersine çevireceğini düşünen liderlerle yönetiliyor.
Pandemi, ekonomik tufan ve gıda krizi, yerkürenin ritim değişikliği ve iklim değişikliğinin ürettiği sorunlar bir bakıma sırların döküldüğü, artık “yeniden” kaçınabilmenin mümkün olmadığını gösterdi insanlığa.
Dünyanın pek çok ülkesinde ekonomik krize karşı izlenen politikalara, yoksulluğa itiraza, bu süreçleri yönetemeyen, aksine keyfi ve otoriter davranan, yolsuzluğa batmış siyasi iktidarlara karşı toplumsal krizler derinleşiyor.
İktidarlar özgürlükçülüğe, adalete yaslanmadıkları için de protestoları özgürlükleri kısıtlayarak, ulus devletlerin güvenlikçi ve merkezi politikalarını daha da güçlendirerek durdurabileceklerini sanıyorlar.
Bianet haber sitesindeki habere göre, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın derlediği bilgilere göre, 22 Temmuz 2022 tarihi itibarıyla farklı sebeplerden 19 ülkede toplumsal protestolar yaşanıyor.
Arjantin, Ermenistan, Ekvador, Hindistan, Endonezya, İran, Irak, İsrail, Lübnan, Myanmar, Hollanda, Pakistan, Senegal, Sri Lanka, Sudan Tayland, Tunus, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD).
Dünya değişime direniyor. İster bilgi toplumuna geçiş ister post modern dönem ister neo-liberal düzen, bugünkü hayatın adına ne dersek diyelim insanlık derin bir vizyonsuzluk, ütopyasızlık yaşıyor.
Ülkede yaşadığımız siyasal, ekonomik ve toplumsal tıkanma ve derin bir felakete doğru gidiş yalnızca bize özgü bir durum değil.
1970-1990 arası büyük bir dönüşüm yaşadı insanlık. İletişim, bilişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler bir yandan gündelik hayatın ritmini, tüm iletişim ve iş yapma süreçlerini etkiledi, diğer yandan küreselleşmeyi körükledi. Ulus devletler zayıflamaya başladı. Soğuk savaş bitti. Yerellik, katılımcılık, demokrasi, haklar ve özgürlükler daha çok konuşuluyordu o yıllarda. Dünya daha bir umutluydu.
Ama bilgi toplumu çağı olacak denilen milenyumla beraber bir şeylerin ters gitmeye başladığı görüldü. Ulus devletler zayıfladı evet, ama ulus üstü organizasyonların, zirvelerin küresel sorunları çözmeye yetmediği anlaşıldı. Ne Paris İklim Anlaşması’nı ne İstanbul Sözleşmesi’ni dikkate alan var ne de Dünya Sağlık Örgütü pandemiyi yönetebildi.
Küresel ekonominin ürettiği gelir dağılımında adaletsizlik, yoksulluk, çevre, kirlilik, kuraklık gibi sorunların ne sahibi ne de henüz çözümü. Birleşmiş Milletler “sürdürülebilirlik” dedi, Avrupa Birliği “Yeşil Mutabakat” dedi ama Ukrayna krizi hepsini birden gündemden kaldırmak isteyen liderlerin önündeki eşikleri kaldırmalarının bahanesi oldu.
Hem ülkeler arası hem de ülkelerin kendi içlerindeki göç artarak sürüyor, dünya kentlileşiyor ve hatta metropolleşiyor.
Ama metropolleşmenin ürettiği karmaşıklık, güvenlik, altyapı ve kaynak yetersizliği gibi sorunlar çözülemiyor. Yanı sıra da her ülke sınırlarına duvar örmeyi hızlandırmış durumda. İspanya Fas sınırında, Akdeniz’de, Ege’de göç etmeye çalışan insanları öldürmek, ölüme terk etmek artık dünyanın gündeminde bile değil.
Soğuk Savaş bitti derken siyasal ve ekonomik yeni küresel güç ve egemenlik paylaşımı kavgaları yaşanıyor. Dünya yeniden, bu kez ikiden de fazla kutuplu dünyaya dönüyor.
Temsili demokrasi krizde derken katılımcı demokrasi inşa edilemedi. Yeni aidiyetler, kimlikler güçlenirken bir arada yaşamanın değil çatışmanın esas olduğu bir hayata gelindi.
Zaman ve mekândan bağımsız yeni hayat ritminin ürettiği asimetrik, karmaşıklık, belirsizlik ve öngörülemezlik esaslı hayatı yönetecek yönetim sistemlerini ve hukukunu geliştiremedi insanlık.
Tüm bu yaşananlar popülist, şoven, otoriter liderleri ve iktidarları üretti. Onlar da bu karmaşayı otoriterlikle, özgürlükleri kısıtlayarak, ulus devletleri güçlendirerek kontrol edebileceklerini sandı. Sonunda geldiğimiz yer bir karmaşa ve yeni çatışma alanları.
Bunları yapabilecekleri yetkileri de temsili demokrasinin açtığı fırsatları kullanarak, seçimleri manipüle ederek, toplumlarını gelecekten ve değişimden korkutarak, toplumsal rızalarla elde ettiler.
Son iki yılda yirmiden fazla ülkede seçimler yapıldı ve hâlâ bu seçimlerden yeni çağa dair söylemleri öne çıkan lider ve hareketle karşılaşmadık. Hatta Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Rusya, Venezuela, Macaristan gibi ülkelerin seçimlerinde otoriter liderler daha da güçlendi. ABD’de başkan değişti ama hayat değişmedi, İsrail’de Netanyahu’dan kurtulabilmek için geniş koalisyon kuruldu ama yürütülemedi, Macaristan’da Urban’dan kurtulabilmek için tüm muhalefet ittifak yaptı ama kazanamadı, Fransa’da Macron kazandı ama ne vaat ettiği bilinmemeye, Le Pen yükselmeye devam ediyor.
Tüm bu süreçler Türkiye’de de yaşandı. Türkiye çağ değişimine otoriter bir iktidar ve devletçi politikalarla direnmenin örnek ülkelerinden birisi. Batı ile Doğu’nun siyasal ve ekonomik egemenlik ve yeniden bölüşüm kavgasının sahnesi aynı zamanda. Türkiye Batı ile Doğu’nun kültürel geriliminin öznesi de.
Türkiye yerkürenin ritim ve iklim değişikliğinin de teknolojik sıçramanın da iç ve dış göçlerin ürettiği meselelerin de en yoğun biçimde ve tümünün bir arada yaşandığı coğrafya.
Üstelik Türkiye tüm bu süreçleri üç Türkiye’nin farklı dinamikleri, farklı ihtiyaç ve talepleri, kutuplaşmaları ile beraber ve iç içe yaşıyor. Toplumun önemli bir kısmı ortak ufku kaybetmiş, “biz” duygusu parçalanmış, gelecekten umudu kesmiş halde. Türkiye dünyanın yaşadığı son kırk yılın tüm yapısal, ekonomik, siyasal, sosyal problemlerin vaka analizi laboratuvarı adeta. Türkiye’nin fırsat alanı da bu özelliğinden geliyor. Tıpkı yüz yıl önce imparatorluklardan ulus devletlere geçilirken bir kurtuluş savaşı ve kuruluş hikayesi yazılabilmişse bugün de popülist, otoriter, keyfi yönetimlerden yeni bir düzeni inşa edebilme sürecine geçişin fırsatı var önümüzde.
Kimliklerden, kutuplaşmalardan kurtularak yeni büyük toplumsal uzlaşmanın mümkün olduğunu, temsili demokrasinin krizinin otoriterlikle değil katılımcı demokrasiyle aşılabileceğini, yeni sosyal devlet, yerinden yönetim, yeni anayasa, güçler ayrılığı esaslı yeni bir düzenin inşasının toplumsal uzlaşmayla yapılabileceğini dünyaya göstermek fırsatı var.
Kim ne derse desin, dünya küreselleşerek ve küresel politikalarla yeni çağı kuracak. Sanayi toplumunun tek tipçi ve ulus devletlere yaslanan siyasal sistemleri, ölçek ekonomisine ve standartlaşmaya yaslanan ekonomik modeli, tek tipli, tek kimlikli toplumsal düzenleri değişecek. Ama bunun mümkün olabileceğini dünyanın deneyimlemesi gerek.
Daha da önemlisi hem popülist ve otoriter bir iktidarı değiştirebilmenin hem de yeniyi inşa edebilmenin kaos ve karmaşa yaratmadan, toplumsal rıza ve büyük toplumsal uzlaşmayla mümkün olabildiğini dünyaya göstermek gerek.
O nedenle 2023 seçimlerini kimin kazanacağı Fransa ya da Macaristan seçim sonuçları gibi dünya haberlerinde bir paragraf olmayacak. Aksine iktidarın devamı popülist ve otoriter yönetimlere, muhalefetin toplumsal uzlaşmayı üreterek kazanması dünyadaki yeni arayışlara güç ve moral verecek.
Bir bakıma 2023 seçimleri ile Türkiye, hem dünya sahnesinde hem de bölgesinde yeni bir enerji ve umudun ilham kaynağı ve örneği olacak.
Elbette bu, muhalefetin aktörleri ve kamuoyunun, yalnızca aday arayışına kilitlenen zihniyeti terk edip başka bir vizyonu ve hedefi geliştirebilmesi, toplumsallaştırabilmesi, toplumsal rızayı üretebilmesiyle mümkün olacak.
Ama meseleye hâlâ ve yalnızca Erdoğan karşısında kim aday olacak sorusundan bakarak gidilecek seçimle cumhurbaşkanı değişebilir ama 'yeni' inşa edilemez. O nedenle belki 2023 seçimleri bir ara dönemi açacak ve Türkiye gerçek seçimini 2025 gibi bir yakın gelecekte ikinci bir seçimle yapmak zorunda kalacak.
Asıl soru şu, bu ülkenin yurttaşları olarak geleceği ertelemeye devam mı edeceğiz yoksa yeni şimdi başlıyor mu diyeceğiz? Bu soruya vereceğimiz cevaba göre siyasi aktörlere karşı asıl misyonlarını hatırlatacak işi ve sözü mü kuracağız yoksa siyasi aktörlerin önümüze koyduklarına razı mı olacağız?
Siz ne dersiniz?
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı