Tutuklama onların ancak ölmesine yardımcı olurdu. İktidarın, kendi prestiji açısından bile böyle korkunç bir sonuca izin vermemesi mantığın gereğiydi ve bu sefer tahliye bekliyorduk...
Bu hafta, uzmanlık alanıma giren çok önemli bir konuyu yazacaktım: B. Trakya’da Hatice Molla Salih adlı olgun yaşta bir kadının, miras ve mülkiyet gibi konularda Lozan Md. 42/1 icabı azınlığa mecburen şeriat hukuku uygulayan Yunan devleti aleyhine AİHM’ye başvurması.
Bunun üzerine Yunanistan Başbakanı Çipras’ın yeni yasa haberi vermesi: Artık B. Trakya azınlığı bu konularda şeriat ile medeni kanun arasında seçim yapabilecek
Ama 27 Pazartesi günü Sincan’da, açlık grevlerinin 264. gününde bulunan Nuriye-Semih’in beşinci duruşmasını izleyince çok kötü oldum. Çok kötü oldum. Onu yazacağım.
Türkiye’de Yargı’nın vaziyetini AKP’liler bile biliyor. Ama duruşma sırasında yeşeren büyük umudu anlattığım zaman anlayacaksınız, bilmemkaçıncı kattan beyin üstü düşmeye benzedi. Çok kötü oldum.
Bu, orada bulunan herkesin ortak hissidir…
Semih sonunda adli kontrol şartıyla ev hapsine çıkarılmıştı. Ama Nuriye hâlâ içerideydi.
Ankara Numune Hastanesinin mahkum koğuşunda, gün ışığının girmediği, tepesinde 24 saat lamba yanan, tuvaletini bir perdenin arkasında poşet geçirilmiş bir sandalyede yapması istenen, günde sadece 1 avukatıyla gardiyan ve diğer mahkumların yanında 15 dakika görüşebilen Nuriye.
Bütün taleplerine rağmen yine duruşmaya getirilmeyen, karşılıklı olarak “Sesimiz geliyor mu?” “Bizi duyuyor musunuz?” çığrışları arasında SEGBİS’ten katılan Nuriye...
Bu iki arkadaş, hiçbir şey için değil, sadece ve sadece, nadir rastlanan radikallikte barışçı bir eylemle Tek Adam iktidarını sarstıkları için tutuklanmışlardı. Bu tutuklama onların o cezaevi koşullarında ancak ölmesine yardımcı olurdu.
İktidarın, sadece kendi prestiji açısından bile böylesine korkunç bir sonuca izin vermemesi mantığın gereğiydi ve bu sefer tahliye bekliyorduk.
Nitekim, duruşma savcısı, “delilleri karartma ve kaçma ihtimalleri yoktur” diyerek hem hukuku, hem vicdanı, hem de mantığı konuşturdu. Tahliye istedi.
Bitti bu iş, dedik hepimiz.
İçimiz nasıl ferahladı, anlatamam size…
Mahkeme heyeti de fevkalade olumluydu. Savunmanın talep ettiği (ve salon dışında bekleyen) tanıkları çağırıp dinledi. Türkiye’de Yargı öyle bi durumda ki, yasaları öyle bi gözardı ediyor ki, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu Madde 178’nin zorunlu kıldığı bu hukukî durumun uygulanması bile içimize ferahlık verdi.
Evet duruşma, Nuriye ve Semih açısından, aslında buna Hukuk Devleti açısından demek lazım, doğru yolda gidiyordu.
Zaten öğle arasında, Basın Odası’nda (tekerlekli sandalyeyle getirilen Semih de uzanmıştı orada,) Özgürüz sitesinden İrfan Uçar’ın benimle yaptığı video röportajda çok umutlu konuşuşum da bundandı…
Nihayet, mahkeme başkanı “Müzakere için ara veriyoruz” dedi. Karar için çekildi heyet.
Bekle, bekle, yaklaşık 2 saat sonra döndüklerinde, mahkeme başkanı, son derece kırık ve kısık bir sesle, Nuriye’nin tutukluluğunun devamını bildirdi.
Heyet hemen cüppeleri çıkarıp sahne arkasına geçti.
O kadar dinleyici de yerlerde sürünür gibi salondan çıktı.
Birbirine baka baka…
Ve bu karara varmak için heyetin o kadar saat ne konuştuğu ve kimlerle konuştuğu konusunda mırıldanarak yorum yapa yapa…
Sokakta, bizi başka bir hazin durum bekliyordu. Beş veya altı genç asfalta oturmuş, kol kola girmiş, “Nuriye ve Semih Onurumuzdur” diye bağırıyorlardı.
Hayır, yanlış söyledim. Bağırmıyorlardı. İnliyorlardı…
TOMA’ların önünde hazır bekletilen kalabalık polis ekibi bu kadarına bile izin vermedi. O çocukları karga tulumba arabalara tıktı, bağırta bağırta alıp götürdü.
Otobüs bekleyen, neler oluyor yapmayın diyen bizlere ise, amirinin bir işareti üzerine tüfekli bir genç polis, pat pat pat, altı veya yedi el gaz mermisi sıktı…
Ortalığı gaz bulutu kapladı…
Siz bu yazıyı 1 Aralık Cuma günü okurken altıncı duruşmada olacağız.
Bakalım yine neler yaşayacağız Tek Adam rejiminde. Yargı adına.