Önce bir haber, bir duyuru: “Kediler ve Erkekler” adlı hikâye kitabım The Roman Yayınları’ndan çıktı. Adı üzerinde, erkeklerle kediler arasındaki dostluk, yoldaşlık ve sırdaşlık ilişkisini anlatan 11 hikâye... Kedi ve/veya edebiyat severlere öneriyorum.
453 milyar dolar dış borç, 300 milyar dolar özel sektör borcu, yüzde 14 işsizlik, yüzde 27 genç işsizliği, yüzde 21 gerçek (geniş tanımlı) işsizlik! Kapkara bir tablo. Buraya nasıl geldik? Evet, 17 yıldır iktidarda olan AKP’nin günahları büyük. Ama ondan önce ortaya çıkan, on yıllar içinde taşlaşan sorunların da payı az değil...
Neredeyse çeyrek yüzyıldır ekonomiyi izliyorum. Organize sanayi bölgelerini, teknoparkları, fabrikaları gezdim, iş insanlarını bankacıları, sendikacıları dinledim. Sapık olduğumdan değil, işim buydu: Ekonomi gazeteciliği. Bazı sorunlar 25 yıldır hiç değişmedi. Bazı sorunlar daha önce yoktu, AKP’yle ortaya çıktı. Bazıları onunla katmerleşti.
1997 yılında, yazı işleri müdürlüğünü yaptığım Para dergisinde “Türkiye nasıl sıçrar?” başlıklı bir kapak yayınlamıştık. Bu dosya için o dönemde Global Menkul Değerler’in Araştırma Müdürü olan Atilla Yeşilada ile de röportaj yapmıştım. Yeşilada’nın o gün “Türkiye’nin en önemli meselesi” dediği şey, sadece o gün değil, 1950’lerde de, 80’lerde de büyük meseleydi, bugün de: Tasarruf açığı.
Ama AKP ile ortaya çıkan sorunlar da var: Mesela özel sektörün döviz borcu.
İşte tekmili birden, Türkiye’yi batıran nedenlerden ilk 10’u...
1. Tasarruf açığı
Türkiye’nin ezel ebed meselesi: Tasarruf oranının yetersizliği. Her ne kadar 2006 ve 2015’te gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) hesabı için kullanılan yöntemin değişmesiyle tasarruf oranı elçabukluğu marifet yüzde 15’lerden 25’lere yükselmiş olsa da, orta gelirli ülkeler ortalamasının hâlâ gerisindeyiz. (Çin’den hiç bahsetmeyelim, orada tasarruf oranı yüzde 45’lerde.)
Tasarruf edemeyen ülkeler büyümeyi, yatırımları finanse edebilmek için yurtdışından borçlanmak zorunda. Bkz.: AKP döneminde Türkiye. 2002’de başında özel sektörün borcu 43 milyar dolardı. Bugün 300 milyar dolar. Bu kadar borç alınmasa 2005’teki yüzde 8.4’lük veya 2017’deki yüzde 7.4’lük büyüme oranı yakalanamazdı.
Demek ki hızlı büyüyebilmek için el parasına mahkumuz. Ama büyümeyi başkalarının parasıyla finanse edince de dış borcumuz patlıyor. Çare? Tasarruf oranını yükseltmek. Bunun için iktidarın bulduğu yöntem, zorunlu bireysel emeklilik sistemini getirmekti. İşsizlik Fonu’nun amaçlarından biri de buydu. Bireysel emeklilik sisteminde 130, İşsizlik Fonu’nda 100 milyar TL’den fazla para birikti. Ama iktidar başlangıçtaki amacından saptı, her şey gibi bu iki sistemi de iğdiş etti. Daha önce Uğur Gürses yazmıştı, geçenlerde eski bankacı Kerim Rota da T24’te açıkladı: İşsizlik Fonu ve bireysel emeklilik sisteminde biriken paralar tasarruf edilmek yerine kamu ve özel bankalara sermaye olarak kullandırılıyor. Hem de piyasa faizinin altında. Kerim Rota, sırf bu yöntemle İşsizlik Sigortası Fonu’nun yılda 1.5 milyar TL zarara uğratıldığını tahmin ediyor.
Yani tasarruf açığını gidersin diye kurulan sistemin köküne kibrit suyu döküldü, dökülüyor…
2. İnşaat çılgınlığının üzerine benzin dökmek
Biraz önce gördük: AKP iktidara geldiğinde 43 milyar dolar olan özel sektörün dış borcu aradan geçen 17 yılda 300 milyar dolara yükseldi. Bu para nereye gitti? Teknoloji yatırımlarına, katmadeğeri yüksek sektörlere mi? Yok canım, betona! İstanbul’un merkezinden arabayla 2 saatte gidilebilen semtlerdeki evler nasıl milyon dolara ev alıcı buldu sanıyorsunuz?
2008-2009 Küresel Krizi’nin 1929 benzeri bir ekonomik buhrana dönüşmesini engellemek için Amerikan ve Avrupa Merkez Bankaları faizleri 0'a, hatta negatif seviyeye düşürmüştü. Bu dönemde kendi evinde para kazanamaz hale gelen küresel sermaye tası tarağı toplayıp aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelere geldi. “Tası tarağı toplayıp geldi” derken benzetme yapıyorum; küresel sermaye tabii ki uçağa binip Türkiye’ye gelmedi. Türk bankaları Londra, New York gibi merkezlerden ucuz faizle “toptan” borç alıp Türkiye’ye getirdiler. Ve kredi olarak vatandaşa, şirketlere dağıttılar. O paralar nereye gitti? Esenyurt’taki milyon dolarlık dairelere, iPhone’un son modeline, “tok kapı sesli” Volkswagen’e ve bu arada doğal gaz çevrim santrali gibi batmaya yazgılı yatırımlara. (Neden batmaya yazgılı olduğuna birazdan geleceğiz.)
3. Dövizle borçlanmanın denetlenmemesi
Bundan önceki krizlerin hepsi devlet borçlarından çıkmıştı. İlk kez özel sektörün borçlarından kaynaklanan bir kriz yaşıyoruz. Bu krizin uzun sürecek olmasının sebebi bu.
Başarılı bir ekonomi yönetimi, özel sektör borçlarının Türkiye’nin başına çorap öreceğini önceden görüp zamanında önlem alırdı. AKP bunu yapmadı. Döviz borçlarına ilk ciddi sınırlama arabanın devrilmesine yakın, 2017’de getirildi. Bu tarihte cirosu 15 milyon doların altındaki şirketlerin, yani KOBİ’lerin dövizle borçlanması yasaklandı. Bu adımın çok önce, sadece KOBİ’leri değil tüm şirketleri kapsayıcı şekilde atılması gerekiyordu.
4 ve 5. Teknoloji yarışında nal toplamak: Tek kabahatli AKP mi?
“Yurtdışından 1 tane iPhone almak için 1 kamyon domates ihraç ediyoruz.” Bu cümleyi bir yerlerden duymuşsunuzdur. Türkiye gerçekten de teknoloji ve katmadeğer işini kıvıramadı. Ne Samsung ayarında bir teknoloji markası çıktı bu topraklardan, ne de milyar dolarlık bir “sartup”, yani genç yazılım şirketi. Bunlar olmadan kişi başına geliri 20 bin doların üzerine çıkarmak mümkün değil. 2+2=4.
Türkiye teknolojide, katmadeğerde neden başarısız? Çünkü rezil bir eğitim sistemimiz var. Çünkü özgür düşüncenin olmadığı yerde yaratıcı fikirler zor çıkar. Biraz kafası çalışan yazılımcıların hepsi neden yurtdışına göç ediyor sanıyorsunuz? Sadece daha yüksek maaş için mi? Güldürmeyin.
Ama nalıncı keseri gibi Türkiye’nin teknoloji ve katmadeğerdeki başarısızlığının kabahatini sadece devlete yontmayalım. Hırsızın hiç mi suçu yok?
Buradaki "hırsız", uluslararası bilişim ve ilaç şirketleri oluyor.
“Ar-Ge 250” araştırmasını bilmem duydunuz mu? Türkiye’nin en çok Ar-Ge harcaması yapan 250 şirketini belirleyen bu araştırmanın uzun zamandır yöneticiliğini ve editörlüğünü yapıyorum. Bu yılın Ar-Ge 250 listesini geçtiğimiz günlerde açıkladık. Başka bir yazıda bu araştırmayı detaylı biçimde ele alacağım ama yeri gelmişken konumuzla ilgili en çarpıcı sonucunu paylaşayım: Ar-Ge’ye dünyada bilişim ve ilaç, Türkiye’de ise silah/savunma ve otomotiv sektörleri yön veriyor.
Dünyanın en çok Ar-Ge harcaması yapan 10 şirketine bakalım: Sırasıyla, Amazon, Google, Volkswagen, Samsung, Intel, Microsoft, Apple, Roche, Johnson Johnson, Merck.
Şimdi de Türkiye’nin en çok Ar-Ge harcaması yapan 10 şirketine bakalım: Aselsan, Tusaş, Ford, Roketsan, Turkcell, Vestel, Otokar, Arçelik, Havelsan, Tofaş.
Tablo açık: Dünyanın Top 10’unda 6 teknoloji, 3 ilaç şirketi var. Türkiye’nin Top 10’unda ise silah ve savunma şirketleri.
Neden böyle? Nedenlerden ikisini yukarıda gördük: Rezil bir eğitim sistemimiz var. Ve yaratıcılığı destekleyen özgür düşünce ortamı yok. Ama bir neden daha var: İlaç ve bilişim devleri Türkiye’yi Ar-Ge yapacakları, teknoloji geliştirecekleri ülke olarak değil ürün satıp para kazanacakları pazar olarak görüyorlar.
Eski bir sloganda olduğu gibi: “Onlar ortak, biz pazar.” Evet maalesef hâlâ böyle.
6. Devletin düşük katma değerli sektörleri bol keseden desteklemesi
Doğalgaza, elektriğe gelen zamlardan hepimiz muzdaribiz. “Hepimiz” derken, genci, yaşlısı, eğitimlisi, eğitimsizi, Doğulusu, Batılısı, işçisi, işvereni, herkesi kastediyorum. Peki neden işverenler kendilerine özel doğal gaz indirimi istiyor?
Haberi geçtiğimiz günlerde Dünya gazetesi verdi: İşverenler doğalgazda “sanayici indirimi” istiyor. (https://www.dunya.com/ekonomi/dogalgazda-sanayi-indirimi-talebi-ozel-haberi-452872) Sanayici neden kendine özel indirim istiyor? Çünkü işverene özel elektrik ve enerji, Türkiye’de işin normali. Patronlar, “Sanayici tarifesi”, “OSB tarifesi” adı altında on yıllarca doğalgazı, elektriği ucuza kullandılar. O nedenle enerjiye dayalı sektörlere yatırım yağdı. Bakın ortaya nasıl bir tablo çıktı: Demir çelikçiler Rusya’dan hurda ithal edip devletin ucuz elektriğiyle eriterek ihraç ettiler. Yani hammaddeyi Rusya’dan getirdiler. Ucuza kullandıkları elektrik de Rusya’dan ithal edilen doğal gazla üretiliyordu! Cari açık nasıl patladı? İşte böyle patladı.
Türkiye, bir Suudi Arabistan veya İran değil, enerji fakiri bir ülke. Enerji fakiri bir ülkenin enerji oburu sektörleri desteklemesi çok yanlış bir stratejiydi. Türkiye neden böyle aptalca bir strateji izledi? Çünkü
7. Sağ partilerin planlamadan nefret etmesi
Türkiye’de sağ iktidarlar planlama kavramından hep nefret etti. Devlet Planlama Teşkilatı AKP döneminde yok edildi. Bu konuda üzerinde o kadar çok yazı yazıldı ki, ayrıca anlatmaya gerek yok. DPT’nin başına gelenleri öğrenmek isteyenler T24 yazarı Yalçın Doğan’ın bu konudaki yazısına bakabilir: https://t24.com.tr/yazarlar/yalcin-dogan/sen-plan-yapsan-kac-yazar,23231
8. Devletin yatırımcıları kazıklaması
Yukarıdaki sorunla bağlantılı ama onu aşan bir mesele… Okumuşsunuzdur, bankaların batık kredileri enerji ve inşaat sektörlerinde yoğunlaşmış durumda. İnşaatı anladık diyelim, enerji batıkları nereden çıktı?
2000’lerin başında enerji piyasası “serbestleştirip” özel sektör firmalarına açılınca yatırım furyası yaşandı. Türkiye’nin enerji ihtiyacının katlanarak artacağı, bunun da fiyatları artıracağı öngörüsünde bulunan birçok firma (dövizle) kredi alıp santral yatırımı yaptı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı: Yatırım furyası sonucunda Türkiye’nin elektrik arzı, yani üretimi, talebi aştı. Bunda rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerji teknolojilerinin dünyada ucuzlamasının, özellikle rüzgâra yoğun yatırım yapılmasının payı büyük.
Ama tek sebep bu değil. Tıpkı bugün kamu bankaları eliyle faize müdahale edilmesi gibi devlet elindeki santrallerle elektrik piyasasına müdahale etti; elektrik fiyatları manipüle edildi. Bu nedenle enerji yatırımcılarının hesapları şaştı. Galatasaray eski Başkanı Ünal Aysal gibi pek çok patronun milyarlarca dolar krediyle kurduğu santraller ellerinde patladı…
9. Sanayicilerin emlak spekülatörüne dönüşmesi
Organize sanayi bölgeleri (OSB'ler) iyi bir fikirdi. Amaç, fabrikalara tek koldan altyapı hizmeti vermekti. Türkiye’ de 1960 yılında başlayan planlı kalkınma döneminde sanayinin “lokomotif sektör” olduğu saptanmış ve ekonomik dengenin kurulması, ekonomik ve toplumsal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, belli bir hızda büyüme ve sanayileşmeye önem verilmesi gibi uzun vadeli hedefler belirlenmişti. Sanayinin geliştirilmesi amacıyla uygulamaya konulan pek çok teşvik tedbirlerinden biri OSB’ler kurulmasıydı. İlk OSB 1961 yılında Bursa’da kuruldu. Ama asıl atılım, İstanbul’da kurulan IMES ve diğer OSB’lerle geldi.
Zamanla OSB’ler şehirlerin içinde kaldılar. Haliyle arazi değerleri patladı. OSB’de “Sanayicilik yapacağım” diye arazi kapatıp üç-beş sene sonra satmak, yani arazi spekülatörlüğü, sanayicilikten daha fazla para kazandırmaya başladı. Pek çok sanayici emlak spekülatörüne dönüştü.
Bu sorunun çözümü kolay ama yürek ister: Organize sanayi bölgelerinde arazi satışları sınırlanmalı, hatta pek çoğunda yasaklanmalı.
10. Paternalist sistem (Yandaşlık ekonomisi)
Devlete, iktidara, uluslararası teknoloji ve ilaç şirketlerine yüklendik ama yerli sermayeye bir şey demedik. Oysa asıl problem onlarda. Türkiye’de patronlar teknoloji geliştirip ya da marka yaratıp para kazanmak yerine iktidara yakın durarak para kazanmayı hep tercih etti. Servetlerini her devirde Ankara'ya yakın durarak, Ankara'daki "fırsatları" takip ederek, ihale kovalayarak yaptılar. Buna anlı şanlı şirketler de dahil. Böyle bir sistemden Steve Jobs veya Elon Musk çıkmazdı. Nitekim de çıkmadı...
Kaldı 90 sebep. Ekonominin sıcak gündeminden fırsat buldukça Türkiye’yi batıran nedenleri yazmaya devam edeceğim...