Eskiler Şeker Bayramı’nda tatlı şeylerden söz edilmesi gerektiğini söylerdi. Bugün büyük nasihatine uyalım ve bardağın dolu tarafına bakmaya çalışalım.
Hayır, her imkân ve şart altında Polyannacılık oynamayı başaran iflah olmaz iyimserlerden değilim. Boş lafa, hamasi söylemlere benim de karnım tok. Ama Türkiye’nin, doğru ekonomi politikalarıyla hayata geçirilebilecek büyük potansiyellerinin bulunduğu da aşikâr.
Bu cümleyi yazınca aklıma Stefan Zweig’in Brezilya için söylediği söz geldi. Zweig, Alman faşizminden kaçıp yerleştiği Brezilya için “Brezilya geleceğin ülkesidir ve öyle de kalacaktır” demiş. Türkiye’nin de Brezilya’dan pek farkı yok: Bu toprakların da büyük potansiyelleri var. Brezilya gibi hep “geleceğin ülkesi” olarak kalıyorsak bu bizim suçumuz değil...
1.Doyurulmamış iç pazar
Türkiye aç bir ülke. Mesela otomobile aç. Avrupa Birliği’nde her bin kişiye 505 binek araç düşerken (Yani her 2 kişiden 1’inin arabası varken) Türkiye’de bin kişiye sadece 142 araç düşüyor. Türkiye bu oranla Avrupa’nın en yoksul ülkelerinin bile çok gerisinde kalıyor.
(Kaynak: Doğruluk Payı)
Bu şu demek: Türkiye doğru düzgün yönetilse, ekonomi biraz düzelse, insanların cebi biraz para görse, otomobil şirketlerinin kapısında kuyruğa gireceğiz. Nitekim Türkiye’de ekonominin biraz düzeldiği yıllarda otomobil satışları 1 milyon adet sınırını kolayca aşıyor. (Şu anda bunun yarısının dahi altında.)
Tamam, bu çevre ve trafik için iyi bir şey değil. Ama ekonomi için büyük bir potansiyelin göstergesi. Ana sanayisiyle, yan sanayisiyle, tamircisiyle, kaskocusuyla bu sektörden milyonlarca insanın ekmek yediğini unutmayalım.
2) Kurutma makinesine aç, bulaşık makinesine aç...
Türkiye sadece otomobile mi aç? Orta gelirli, yarı yoksul bir ülke burası: 16 milyon 328 bin kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Orta sınıf evlerinin demirbaşı haline gelen pek çok eşya yoksulların evlerinde yok. Mesela bulaşık, mesela kurutma makinesi…
Kaynak: Vakıf Yatırım
Bu da şu demek: Bir türlü 10 bin dolar eşiğini geçemeyen kişi başına gelir biraz artsa, mesela 15 bin dolarlara çıkabilse, kurutma makinesi satışları patlayacak, bulaşık makinesinde sahiplik oranı buzdolabında olduğu gibi yüzde 100’e yükselecek.
3. 10 bin dolar hapishanesi
Demokrasiyle ekonomik gelişmişlik arasında yakın ilişki olduğunu söylenir. Kişi başına geliri belirli bir seviyeyi geçen ülkelerde askeri darbe olmadığını söyleyen siyaset bilimciler bile var… Ekonomik gelişmişlik bir ülkenin sadece siyasi manzarasını değil tüketim harcamalarını da belirler. Tüketim harcamaları, gelirin bir fonksiyonudur. Türkiye’de tüketim, gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 58-59’unda geziniyor. Ama ekonominin düzeldiği yıllarda yüzde 73’e kadar çıkıyor. Bu da şu demek: Kişi başına gelir 10 bin doları geçip 20 bin dolara doğru yol almaya başladığında, yani beklenen orta sınıf nihayet doğduğunda halk üst gelir grubunun tüketim standartlarına terfi edecek, mesela Ege'de, Akdeniz'de tatil yapmaya başlayacak. Zenginlerin hayattan zevk almaya hakkı var da yoksulların yok mu?
4.Demografik pencere
Türkiye genç bir ülke. Nüfusun yarısı 30 yaşın altında. Medyan yaşımız 32. Yüzde 65 çalışıp para kazanmak, para harcamak isteyen 15-64 yaş arasındakilerden oluşuyor. Ah bir de iş olsa!
Çalışma çağındaki nüfusun, yani işgücü arzının arttığı dönemlere iktisatta “demografik fırsat penceresi” adı veriliyor. Asya ülkelerinin kalkınmasında bu dönemi iyi kullanmalarının payı büyük.
Türkiye’nin demografik fırsat penceresi şu anda açık. 2050’ye kadar da açık kalacak. Onu kullanmayı bilen bir yönetim Türkiye'yi sıçratabilir. Ama 2050’den sonra nüfus yaşlanmaya başlayacak.
5. Sermaye birikimi
Marx’a göre kapitalizmde birçok şeyi sermaye birikimi belirler. Türkiye düşe kalka da olsa yaklaşık bir asırdır kapitalist kalkınma yolunda yürüyor. Bu süre içinde iyi kötü bir sermaye birikimi oluştu, bazı sektörlerde ciddi anlamda “know how” da birikti. Bunu olumlu veya olumsuz bir anlam yüklemeden, bir olgu, bir vaka olarak söylüyorum. Dünyanın en büyük jean kumaşı üreticisinin Gaziantep’te olduğunu biliyor muydunuz? (Sanko. Açık ara lider.) Kendi alanlarında dünyada hatırı sayılır yeri olan pek çok şirket var… Yüzyılda o kadar olsun artık...
6. Avrupa’nın arka kapısı
Türkiye’nin Avrupa’ya olan yakınlığı da önemli bir avantaj. Tekstil sektörü Çin’in rekabeti karşısında nasıl ayakta kalabildi sanıyorsunuz? Kısa teslimat zamanı, özellikle “hızlı moda” ve üst segmentteki alıcılarla çalışırken hayati önem taşıyor. Coğrafi yakınlık lojistik maliyetlerinin de düşmesini sağlıyor. Bu da Türkiye’nin işçi maliyetleri sebebiyle oluşan fiyat dezavantajını kapamasına ve daha rekabetçi olabilmesine olanak tanıyor.
Türkiye’nin tekstil ve konfeksiyonda Avrupa’nın yakın bölgelerden yaptığı alımların yarısını karşıladığını biliyor muydunuz? Bu avantaj önümüzdeki dönemde de sürecek. Çünkü Avrupalı perakendeciler ürünlerinin yaklaşık yüzde 25’ini yakın bölgelerden tedarik etmeyi planlıyorlar.
7. Deniz, güneş...
Her yıl tatil için Türkiye’ye gelen milyonlarca Rus ve Avrupalı yanılıyor olamaz, Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biri. Geçen yıl turizmden 30 milyar dolar gelir elde edildi. Az para değil. (Karşılaştırma için, 1980’de Türkiye’nin ihracatı 2 milyar dolardı.) Savaş çıkarmadığımız sürece turizm büyümeye, Türkiye’yi beslemeye devam edecek.
8. Vatandaşın parası olmadığı için borcu da az
Türkiye’de vatandaşın veya iktisat jargonundaki adıyla “hanehalkının” borcu, dünyanın geri kalanına göre daha az. Hanehalkı borcunun gayri safi yurt içi hasılaya oranını gösteren şu grafiğe bakalım:
Kaynak: Merkez Bankası
Evet, fena değil. Bu durum, vatandaşın ayağını yorgana göre uzatmasından çok faizlerin yüksekliğinden, bankaların kredi vermek için anasının nikahını istemesinden kaynaklanıyor. Memlekete siyasi ve ekonomik istikrar bir gelse, faizler bir düşse, insanlar burada da Avrupa’da olduğu gibi 20-30 yıl vadeli kredileri almaya bir başlasalar…
9.Kamu borcu kırmızı değil sarı alarmda
2017’den bu yana kesintisiz sürdürülen seçim ekonomisi kamu borcunun patlamasına yol açtı. Ama borç oranı hâlâ kriz çıkaracak seviyede değil. (Asıl mesele özel sektörün borcu.) Devlet borcunun gayri safi yurtiçi hasılaya oranı yüzde 35-40’lar seviyesinde. Avrupa’da bu oran yüzde 100’e yakın. Yüzde 200’e yaklaştığı ülkeler var. (Seçim ekonomisi biraz daha sürdürülürse Türkiye de oraya varacak, o başka.)
10.Gençliğin (neyse ki) büyük lafı dinlememesi
Buraya kadar hep Türkiye’nin ekonomik potansiyelinden söz ettik. Son madde sosyolojiyle ilgili. Herkesin bildiği basit gerçek: Eğitim seviyesi yükseldikçe iktidar partisine oy verenlerin sayısı azalıyor. Ve başka bir gerçek: Üniversiteli sayısı çok hızlı artıyor. 2000-2001’de 1.7 milyon üniversiteli vardı. Bugün 7.5 milyon. Aldıkları eğitimin ne kadar “yüksek” olduğu tartışmalı ama bu durum üniversiteli oldukları gerçeğini değiştirmiyor.
(Kaynak: IPSOS, T24)
Gördüğünüz gibi Türkiye gerçekten de geleceğin ülkesi. Neden hep öyle kaldığı ayrı tartışma konusu.