02 Kasım 2020

Kapalı kapılar arkasında Merkez Bankası'nın 7 yılı (1): Başçı dönemi; rezervler eriyor

1970'lerdeki döviz darboğazı adım adım artarak Türkiye'yi ağır bir buhrana sürükledi. Darboğazı aşmak için gelişirilen "Dövize çevrilebilir Türk Lirası mevduat hesapları" gibi cin fikirler, bir süre sonra krizin daha da ağırlaşmasına neden oldu

Dedem Muhittin Erker Merkez Bankası'nın İstanbul şubesinde uzun yıllar muhasebe müdürlüğü yapmış ve oradan emekli olmuştu. İstanbul'a iktisat okumaya gelen Kayserili yoksul genç Halit Soydan'ın kızıyla evliliğine onay vermesinde, bankacıların ayrı ve özel bir tür olduğuna inanmasının payı büyüktü. (Ama kolejde okuttuğu kızının kültürü, Kayserili genç bankacıyla uyuşmayacak ve kayınpeder-damat dayanışmasına rağmen annemle babam bir süre sonra ayrılacaklardı. Tabii bu apayrı bir hikâye…)

1970'lerin sonunda ergenliğe adım atmaya hazırlanan bir çocukken dedemi Merkez Bankası'nın Karaköy'deki şubesinde arada sırada ziyaret ederdim. Ekonominin burnunun krizden kurtulmadığı, bugünkünden beter günlerdi. En temel ihtiyaç maddelerini ithal etmek için bile döviz bulunamıyordu. Merkez Bankası ve ekonomi yönetimi olağanüstü yöntemlerin veya daha doğru bir ifadeyle, şapkadan tavşan çıkarmanın peşindeydi. Sonradan Türkiye'nin başına büyük bela olacak "Dövize çevrilebilir Türk Lirası mevduat hesapları" bu yöntemlerden biriydi (1). 70'lerin sonuna doğru iş, devletin altınlarını Avrupa'ya götürüp satmaya kadar vardı. Bu uçaklardan birinde dedemin de bulunduğunu bölük pörçük dinlediğimi hatırlıyorum...

Nereden çıktı şimdi dedemin hikâyesi? Merkez Bankası'nın son yıllarda ekonomiyi ayakta tutmak için başvurduğu olağanüstü yöntemler, TL'yi desteklemek için arkada kapıdan yüz milyar dolardan fazla döviz satışı, boşalan rezervi doldurmak için Swap'la bankalardan borç alınan paranın kullanılması, sermaye kontrolleri vs., 1970'lerin sonundaki şapkadan tavşan çıkarma arayışlarını hatırlatıyor da ondan.

"Son yıllar" dedim ama dinlediklerim, şapkadan tavşan çıkarma arayışlarının daha önce, Erdem Başçı'nın başkanlığı döneminde (2011-2016) hız kazandığını gösteriyor (2). Başçı döneminde, Amerikan Merkez Bankası Türkiye'ye dolar yağmasına neden olan parasal genişleme programını bitirmiş, bunun etkisiyle TL değer yitirmeye başlamıştı. Ne de olsa Türkiye, cari açığı nedeniyle en "kırılgan" ülkelerden biriydi.

Erdem Başçı

Bugün "rekabetçi kur"dan dem vuran iktidar, o tarihte TL'nin değer kaybından memnun değildi. İktidarın bu yöndeki hassasiyeti ve dolardaki artışın enflasyona yansıyacağı endişesi Başçı'yı ne pahasına olursa olsun kuru kontrol altında tutmaya itiyordu. (Enflasyonun sadece dolardaki artışla değil iç dinamiklerle de ilişkili olduğu, ekonomi jargonuyla "katılaştığı" bir süre sonra anlaşılacaktı.)

2013 yazında, doların 2 TL'yi geçtiği günlerde Erdem Başçı döviz kurunun yanlış yerde olduğunu savunarak, "Biz TL'nin değerini aslanlar gibi koruyacağız. Bunu sadece döviz silahıyla yapacağız. Faiz silahını kullanmayacağız. Türk Lirası'nı değer kazandırıcı şokları bizden bekleyin. Çok enteresan manevralar yapacağız. Faiz konusunda bizden şok beklemeyin. Faiz artışı beklemeyin, faiz sabit beklentisini bekleyin" demişti.

Faizi artırmadan TL'nin değer kazanması nasıl sağlanacaktı? Tabii ki döviz satarak. Rezervleri harcayarak TL'yi ayakta tutma politikası tarih sahnesinde arz-ı endam ediyordu...

Ama o döneminin bugünden bir farkı vardı: Başçı, dolara müdahale etmek için Swap'la gelen borç niteliğindeki dövizi değil, Merkez Bankası rezervlerinin başlıca kaynaklarından biri olan ihracatçıların reeskont kredilerini kullanıyordu. O dönemde rezervlere reeskont kredilerinden ayda yaklaşık 1.5 milyar dolar civarında katkı geliyordu.

Haziran 2013'ten 2016 nisanına dek hemen her gün döviz satışı yapıldı. Günlük satışlar 20-50 milyon dolar bandındaydı.

Bununla birlikte Merkez Bankası yönetiminde döviz satışıyla doların kontrol altına alınması çabalarına karşı çıkanlar da vardı. Başkan yardımcıları Prof. Dr. Turalay Kenç ve Murat Çetinkaya, para politikasının sadeleştirilmesi ve kurun kademeli artışına izin verilmesi gerektiği görüşündeydiler. (3)

Başçı bunun yerine, Başkan Yardımcısı Mehmet Yörükoğlu'yla birlikte geliştirdiği faiz koridoru mekanizmasını yoğun biçimde kullanmayı tercih etti. Neredeyse her gün yeni bir faiz oranı belirlemeye imkan veren "faiz koridoru" (Politika faizi yerine Merkez Bankası'nın bankalara para vermek için kullandığı diğer kanalların faizini de içeren politikaya bu ad veriliyor), iktidarın "Faizi artırmayın" baskısından korunma imkanı sağlıyordu. Faiz koridorunu kullanarak politika faizini artırmadan bankalara verilen paranın faizini artırmak mümkündü. Yani ne şiş yanıyordu ne kebap.

Bununla birlikte faiz koridoru politika faizini anlamsız kılan, belirsiz ve öngörülemez bir mekanizmaydı.

Faiz koridoru doların ateşini düşürmeye yetmeyince müdahaleler hız kazandı. 23 Ocak 2014'te bir gün içinde 3.2 milyar dolarlık satış yapıldı.

Başçı döneminde günlük döviz satışları rutin hâle gelecek, mayıs 2013'ten nisan 2016'ya kadar olan dönemde satılan rezerv tutarı 30 milyar doları geçecekti.

Müdahaleler doları durduramadı. Sorun derindeydi. Faiz artırımı kaçınılmaz olmuştu. 29 Ocak 2014'te gece yarısı Para Politikası Kurulu toplantısı yapıldı ve 550 baz puanlık şok faiz artışı geldi

Yüksek oranlı faiz artırımı Erdoğan'ı kızdırmıştı. Denilene göre kızgınlığın nedeni, Başçı'nın söylediğinden çok daha yüksek bir artırıma gitmesiydi. Erdoğan'ın Başçı'ya güveninin kaybolmasında bunun etkili olduğu söyleniyor.

* * *

1970'lerdeki döviz darboğazı adım adım artarak Türkiye'yi ağır bir buhrana sürükledi. Darboğazı aşmak için gelişirilen "Dövize çevrilebilir Türk Lirası mevduat hesapları" gibi cin fikirler, bir süre sonra krizin daha da ağırlaşmasına neden oldu. Muhittin Erker, ağır ekonomik krizin bunaltısından kurtulmanın yolunu futbolda bulmuştu. Beşiktaş'ın yönetim kuruluna girmiş, bu bahaneyle işten sonraki saatlerini sonu gelmeyen kulüp toplantılarında geçirmeye başlamıştı. Ne var ki, 1970'lerin sonunda Türkiye ekonomisi de Beşiktaş da berbat bir durumdaydı... Ekonomi Özal'a, Beşiktaş da Süleyman Seba'ya dek canlanamayacaktı.



YARIN: Merkez Bankası'nda Murat Çetinkaya dönemi: Yeni başkan, iktidarın baskılarına direniyor; ekonomi yönetimiyle Çetinkaya arasında bilek güreşi başlıyor... 



(1) 1967-1978 yılları arasında yürürlükte kalan Dövize Çevrilebilir Türk Lirası Mevduat Hesapları ile yurtdışında çalışan Türk işçilerinin beraberlerinde getirdikleri efektif dövizler ile banka havalesi şeklinde gönderdikleri dövizler o günün kurundan TL'ye çevrilmekte, vade bitiminde ise her iki tarih arasında meydana gelen kur farkı Hazine tarafından karşılandığı için döviz sahibi gönderdiği dövizini herhangi bir kayba maruz kalmadan geri alabilmekteydi.

Kaynak: Güven Delice, "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası: 85 Yıllık Bir Geçmişin İzlerinden Tarihe Kayıt Düşmek".

(2) Başçı'nın Merkez Bankası'na atanmasının arka planını Doğan Akın yazmıştı: https://t24.com.tr/yazarlar/dogan-akin/erdem-basci-basortulu-esi-ve-kisa-bir-ankara-hikayesi,3524

(3) Merkez Bankası 18 Ağustos 2015'te "Küresel Para Politikalarının Normalleşme Sürecinde Yol Haritası" adlı bir metin yayınlandı. Banka bu metinde iktidarın hışmını çekmeden faiz artırımı imkanı veren ama piyasalarda kafa karışıklığına yol açan para politikasında sadeleşmeye gideceğini taahhüt ediyordu. https://t.co/GND5NHAc90?amp=1 Bu taahhüdün verilmesinde Para Politikası Kurulu üyeleri Prof. Dr. Turalay Kenç, Prof. Dr. Abdullah Yavaş ve Murat Çetinkaya'nın baskısı etkili olmuştu. Bu taahhüdün etkisiyle piyasa, özellikle de yabancı yatırımcılar Merkez Bankası'na kredi açtı. Ama Erdem Başçı kısa süre sonra eski yöntemlere geri döndü.

Yazarın Diğer Yazıları

Helalleşme yazısı

Helalleşelim. Ama ayrılmayalım

Cumhurbaşkanı Erdoğan faiz indirimi konusunda neden ısrarcı? Kafasındaki plan ne?  

Muhtemelen (İki aydır olduğu gibi) kur akışa bırakılacak, faiz indirimleri sürecek, seçim öncesi olası atakları karşı rezerv açığı kapatılmaya çalışılacak, inançla yola devam edilecek.

Anadolu burjuvazisi şimdi ne düşünüyor?

2018’e kadar amasız, fakatsız destekledikleri AKP’nin arkasında dimdik duruyorlar mı hâlâ? Yoksa ekonomideki, dış politikadaki maceracılıktan, beceriksizlikten bezdiler mi?