14 Ocak 2025
Bir ay sonra, 15 Şubat 2025’te PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin üzerinden 26 yıl geçmiş olacak.
Haber duyulur duyulmaz, PKK’lılar pek çok ülkede İsrail temsilciliklerinin önünde gösteri yapmaya başlamışlardı. Hatta Berlin’de elçiliğe girmeye çalışan üç gösterici İsrail güvenliği tarafından öldürülmüştü.
Zira, Öcalan’ın Ekim 1998’de Suriye’yi terk etmesinden sonra izinin sürülüp yakalanmasına, Amerikan istihbaratı kadar İsrail istihbaratı da katkı vermişti.
Türkiye 1990’larda Batı’nın vermek istemediği mühimmatı İsrail’den alarak Güneydoğu’da terörle mücadeleyi sürdürdü.
Öte yandan, 90’larda iki ülkenin yaşadığı belayı, Suriye’yi çapraz baskıda tutmak açısından da iki başkentin çok işine geliyordu.
Şimdi, Esad rejimi yıkıldıktan sonra, iki ülkenin sınırdaş olduğu (Suriye’de asker bulundurduklarına göre) bu nedenle sıcak çatışmaya bile girebilecekleri yorumları yapılıyor.
Nasıl oldu da PKK’yla mücadelede hassas istihbarat paylaşımından mühimmat temin etmeye, Türkiye’ye terörle mücadelede destek veren İsrail, bugün (PKK demese de) “Kürtler bizim doğal müttefikimizdir” deme noktasına geldi?
Bu soruya cevap vermeden önce altını kalın çizgilerle çizmem gereken bir nokta var: 1990’larda Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu kadar önünü açan gelişme, İsrail ile Filistin arasında başlayan barış görüşmeleri olmuştu. Yani AKP öncesindeki hükümetler Filistin meselesini her zaman İsrail’le ilişkilerin ayrılmaz bir unsuru olarak görmüş; İsrail’i attığı adımlar konusunda eleştirmekten, yeri geldikçe tepki koymaktan geri durmamıştı. Ancak Filistin konusundaki duruşunu, Türkiye’nin çıkarlarını zedeleyecek bir noktaya vardırmamayı da bilmişti. Zira AKP öncesi hükümetler, Türkiye’nin çıkarları pahasına bir tavrın, Filistin davasına hayrı olmadığı gibi, kendi ayağına vurmak anlamına geleceğinin idrakinde oldu.
Ben, Türk-İsrail ilişkilerinde yaşanan bozulmayı, iki ülkenin bazı konularda çok benzer süreçlerden geçmelerine bağlıyorum.
Her iki ülkede dinci-aşırı muhafazakâr popülist iktidarların güçlenmesi, buna paralel “demokratik kültürün” geriye gidişi, ilişkilerin altını oydu.
Türkiye’de siyasal İslamcıların iktidarı İsrail’de Binyamin Netenyahu dönemine denk geldi.
AK Parti, Filistin davasında ne kadar büyük bir adanmışlık içindeyse ("Filistin bizim ulusal meselemizdir" demeye varan) Netenyahu da o ölçüde kendini Filistinlileri yok saymaya adamış durumda.
An itibariyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da İsrail Başbakanı Netenyahu da ülkelerinde en uzun süre görevde kalan lider sıfatını taşıyorlar.
Her iki ülkedeki dinci iktidar, koltuğu kaybetmemek için zamanla koyu dinci, aşırı sağ ve aşırı muhafazakârlarla koalisyon yapmak zorunda kaldı. Her iki iktidar da kutuplaştırıcı siyasetler izleyerek makul, sağduyulu, seküler kesimleri cendereye aldılar. Terör-güvenlikle ilgili konularda izlenen politikaları eleştiren muhalifler, “vatan haini” yaftalaması yememek için seslerini kısmak zorunda kaldı.
Bu süreçlere paralel olarak bir dönem, Ortadoğu’daki iki demokrasi olarak nitelenen Türkiye ve İsrail’de demokratik kültür geriledi. Elbette ki Türkiye’deki gerileme daha derin ve kalıcı oldu.
İsrail’de yüzbinler hala sokaklara çıkıp "Netenyahu gitsin" diye bağırabiliyor. Ancak Netenyahu kendisine yönelik davalardan sıyırabilmek için yargının bağımsızlığını zedelemeye yönelik adımlar atmaktan da geri durmadı.
Her iki lider de korku kartını kullanıyor, “Çevremiz yangın yeri; bu şartlarda benim iktidarıma ihtiyacınız var. Bu muhalefetle bu tehlikelerle başa çıkamazsınız” mesajları veriyor.
Netenyahu’nun savaşı Gazze’yle sınırlamayıp, Lübnan’a hatta İran’a yayma çabalarının ardında, koltuğu kaybetmeme derdi de var. Erdoğan da “İsrail’in topraklarımızda gözü var” dediğinde çoğunluk bunu dikkati ekonomik sıkıntılardan uzaklaştırma olarak görmüştü.
Netenyanu, hakkındaki yolsuzluk suçlamaları nedeniyle geçen ay mahkemeye çıktığında “Yedi cepheli bir savaş yönetiyorum” diyerek, davanın İsrail’in mücadelesine zarar verdiğini söyledi.
Peki ama yedi cephe kaldı mı hâlâ? İsrail, Hamas ve Hizbullah’a, uzun süre belini doğrultamayacağı darbeler vurdu. İran’da molla rejimi tarihinde hiç yaşamadığı şekilde küçük düşürüldü. Tahran’ın Lübnan’a milis ve silah göndermek için kullandığı Suriye’de Esad rejimi düştü. İsrail Yemen’i bile vurmaktan geri durmadı. Yani İran’ın o çok gurur duyduğu direniş eksenini bir nevi yerle yeksan etti. Mısır, Ürdün ve Körfez ülkeleri kulak memesi kıvamına çoktan gelmiş durumdalar. Öyle ki Avrupa havayolları savaş sırasında İsrail’e uçuşları keserken, Emirliklere bağlı hava yolları tınmamış bile.
Yani İsrail o cephelerin önemli bir bölümünde zaten hasımlarını darmaduman etmedi mi?
Yoksa İsrail’in yeni bir tehdit unsuruna mı ihtiyacı var? Türkiye’ye dönük yorumların ardında bu ihtiyaç olmasın?
İsrail’de geçenlerde yayımlanan bir makalede, Esad’ın düşmesinin İran’ı zayıflatması açısından İsrail’in yararına olduğu vurgulandıktan sonra yazarlar şöyle devam etmiş:
“İsrail için uzun vadeli risk, Ankara tarafından desteklenen radikal sunni grupların güçlenmesi, İsrail’le sınıra yaklaşımları ve Suriye’deki sistemin bitmeyen iç güç mücadeleleriyle kötüye gitmesidir.”
Mantıksız değil diyelim. Ama akabinde Yaov Lappin ve Tal Beeri, Türkiye’nin Suriye’deki hedeflerini sıralarken, birinci sıraya şu hedefi koymuşlar:
“Erdoğan’ın Osmanlı İmparatorluğu'nu canlandırma vizyonunun parçası olarak Sünni İslamcı vasal devlet kurmak ve bunun parçası olarak Suriye’nin güneyinde İsrail’e karşı Sünni cihatçı bir terör altyapısı kurmak.”
Biraz abartı değil mi?
Gerçi, “Suriye’de rejimi değiştirmek için dünyanın terör örgütü olarak gördüğü gruplara askeri de dahil her tür destek veren AKP, neden böyle bir şeye tevessül etmesin” diyen çok sayıda İsrailli çıkacaktır elbet.
Mesele şu ki, bir Türk-İsrail çatışması olasılığına sadece gazeteciler yada akademisyenler değinmiyor. İsrail hükümeti tarafından kurulan Nagel adlı komite de 6 Ocak’ta yayınladığı raporda çatışma riskine yer vermiş. “Türkiye’nin Osmanlı dönemi etkinliğini yeniden tesis etmeyi amaçlayan hırsları, çatışmaya varacak gerilimlere neden olabilir” demiş.
“Bu Osmanlı takıntısını nerden çıkarıyorsunuz,” diye sorsak, “Daha geçen gün cumhurbaşkanınız Türkiye Türkiye’den büyüktür demedi mi” diye sormazlar mı? Buna “hayır öyle demek istemedi,” türünden yanıtlar elbet verilebilir. Ama ardından Mardin’de “Reis bizi Kudüs’e götür” diyenlere Erdoğan’ın “sabreden zafere ulaşır” lafını da hatırlatmazlar mı?
Emekli büyükelçi Ünal Çeviköz’e göre İsrail Nagev raporu ile Türkiye’ye “Suriye’de radikal Şii bir yönetimin yerine radikal Sünni bir yönetimin geçmesine yol açarsan karşında beni bulursun” mesajı veriyor.
Aslında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklamalarına bakarsak, Ankara Şam’da radikal Sünni bir yönetim yerine ülkedeki tüm etnik ve dini grupları kapsayan bir hükümet kurulmasını istiyor ve bu yönde telkinde bulunuyor. İsrail, Fidan’ın sözlerine güvenir mi yoksa “bunlar Ankara’daki İslamcıların göz boyama taktikleri” diye mi bakar?
Aslında, tam da PKK için yolun sonunun göründüğü bir dönemde Ankara’nın isteyeceği son şey İsrail’in PKK’ya arka çıkması olurdu. Gelin görün ki İsrail’in kasımda atanan yeni bakanı, devir teslim töreninde “Kürtler doğal müttefikimiz” diye konuştu.
25 sene önce PKK’yla mücadelede Türkiye’ye kritik destek veren İsrail’den bahsediyoruz.
Çok üzülerek söylemem gerekir ki, Filistin davasında Araplardan daha da ileride tavır almak Filistinlileri İsrail’in insanlık dışı eylemlerinden koruyamadı. Olan Türkiye’nin çıkarlarına oluyor. Kürt meselesinde tarihi bir dönemeçten geçilirken, süreci baltalama potansiyeli olan bir aktörü “Reis bizi Kudüs’e götür” sloganlarıyla provoke etmek nasıl bir stratejik aklın ürünü olabilir ki?
Genelde, iç politik saiklerle kameralar önünde kapışan hükümetlerin arkasını, perde gerisinde hasar kontrolü yapan devlet bürokrasisi toplar.
İsrail, “AKP içerde zorda; ekonomiden dikkati uzaklaştırmak için İsrail’i kullanıyor. Türkiye’de devlet aklı İsrail’le karşı karşıya gelmek istemez,” diye mi bakar yoksa, “Türkiye’de hükümetle devlet bir oldu; bunların derdi de bize zarar vermek” diye mi bakar. Ve Filistin kartına karşılık Kürt kartını mı oynar?
Tabii bir taraftan da iki ülkede birbirine benzeyen iki popülist iktidar, güç kaybına uğramamak için birbirlerini tehdit olarak göstermeye ihtiyaç da duyuyor olabilirler.
Geçenlerde katıldığım bir toplantıda, görüşlerine güvendiğim iki akademisyen de Türkiye ile İsrail arasında sıcak bir çatışma olasılığının mümkün olmadığını söylediler. Haklı gerekçeleri de var.
Açıkçası eskiden olsa ben de "Türkiye ve İsrail’deki bürokratik akıl, popülist hükümetleri frenlemeyi başarırlar" derdim. Şimdi bu kadar emin olamıyorum.
Belki her iki ülkedeki stratejik devlet anlayışı artık birbirini hasım olarak görüp birbirine zarar vermeye hevesli bir noktaya gelmiş olabilir.
Öte yandan hâlâ iki tarafın devlet kademesinde soğukkanlı kadroların olduğunu varsaysak bile her iki başkentteki siyasilerin koltuğu sağlam tutmak için birbirlerini kullanma hevesi nedeniyle Mavi Marmara benzeri kazaların yaşanması ihtimalini de hafife almamak gerekiyor.
Barçın Yinanç kimdir?Barçın Yinanç, 1968 yılında doğdu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. 1990'da stajyer olarak başladığı Milliyet Ankara Bürosu'nda 10 yılı aşkın bir süre diplomasi muhabirliği yaptı. Ardından televizyon haberciliğine geçerek önce TV8, sonra CNN Türk Ankara Bürosu'nda çalıştı. Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinin yanı sıra Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, geniş bir coğrafyada Türk dış politikasıyla ilgili gelişmeleri takip etti. Çok sayıda yabancı hükümet yetkilisiyle söyleşiler yaptı, BM, NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşların zirvelerini, perde arkası gelişmeleri yerinden haberleştirdi. 2004 yılında İstanbul'a yerleşti, CNN Türk ve Referans gazetesinin ardından İngilizce yayımlanan Hürriyet Daily News'da (HDN) çalışmaya başladı. Haber koordinatörü, yorum sayfası editörü olarak çeşitli görevler aldı; 2010'dan başlayarak on yıl boyunca gazetenin pazartesi söyleşilerini gerçekleştirdi. Bu süre boyunca dış politika analizlerini yazmaya devam etti. Pek çok uluslararası düşünce kuruluşunun toplantılarına konuşmacı, kolaylaştırıcı olarak katılıyor, yabancı yayın organlarının yayınları için yorumlar yapıyor. AtlatmaHaber adlı podcast serisini hazırlayan Yinanç Diplomasi Muhabirleri Derneği, Uluslararası Kayak Kayan Gazeteciler Derneği (Ski Club of International Journalist) ve Dış Politikada Kadınlar platformunun üyesi. Son yayını; Women, Peace and Security Agenda in Turkey and Women in Diplomacy: How to Integrate the WPS Agenda in Turkish Foreign Policy (Türkiye'de Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası-Diplomaside Kadın: Türk Dış Politikası'na Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası nasıl dahil edilir) başlığını taşıyor. Aralık 2020'den itibaren T24'te yazan Barçın Yinanç, T24 ekranında da, her hafta "Dış Politika ile İçli Dışlı" adlı programı yapıyor. |
Trump’ın öngörülemezliğine dair en öngörülebilir nokta asla, “asla” dememektir. Suriye ve PKK konusunda Trump’ı cezbetmek Ankara’nın “masaya ne koyacağına” bakar. Ankara ile Washington arasında ikinci çemberde Rusya ve İsrail’in olduğu bir büyük pazarlık dönemi başlayabilir
Türkiye, ABD, Suriye üçgeninde sahada ve diplomatik arenada gergin saatler yaşanıyor. Öyle görülüyor ki, Ankara askeri çözüm seçeneğini canlı tutarak diplomatik baskıyla, ABD’nin YPG’ye geri adım attırmasını istiyor. Son günlerini yaşayan Biden yönetimi ise, askeri harekâtı önleyecek bir ara yol bulmaya çalışıyor. Dışişleri Bakanı Fidan’ın “Ültimatom verdik” demesi önemli. Trump’tan gelen mesajlar muğlak. Ortada sanki zamana karşı bir yarış da var. Ankara’nın en önemli ikilemi, Trump gelmeden aksiyon almak mı yoksa beklemek mi?
Batı’dan Doğu’ya Suriye’deki süreci baltalayacak çok aktör var. Ama mevcut durumu iç politikaya tahvil edip, “Suriye’deki başarıdan” nemalanmaya çalışan AK Partili siyasiler, şimdiye kadar süreci iyi yönettiği görülen “devlet aklının” kurgulaması gereken yeni dönemin en büyük rakibi olabilir
© Tüm hakları saklıdır.