22 Ocak 2017

Kelebek etkisi

Haziran 2015 de başlayan toplumsal deneyde reflekslerimiz kaybolana, sinir uçlarımız hissizleşene kadar bizi zorlayacaklar anlaşılan

Yazmaya küsmek tek taraflı bir şey galiba. Benim ona küstüğümden de, onu çok özlediğimden de kimsenin haberi olmadı.

Bana bu duyguyu hissettirten şey aslında bir çoğumuzun da zihnindeki ‘hiçbir şeyin eski tadının kalamaması’ hali. Bazen toplumsal olarak bir deneyin içinden geçiyormuşuz hissi uyanıyor bende.  Yani bu kadar olamayacak olanın oluyor olması ve olmaya devam ederken büyük bir sükunetle hala susmamızın başka bir açıklaması gelmiyor aklıma. Bazı eylemler sessizlik içinde yapılabilir mesela Gezi sırasındaki ‘duran adam’ gibi, kendini kürsüye kelepçeleme gibi ama bizimki başka bir ‘kal gelme’ hali. Uzak hafızası kadar yakın hafızası da gidik bizler için aklımızda tutamayalım diye o kadar çok olay oluyor ki, bagajımız doldu taştı artık. Bir ölümün, kaybın, felaketin ardından bir yas süresi olur ki akıl ve ruh sağlığı dengesini tekrar bulup yaşamaya devam edebilsin insan. Bu süre kişiye ve kaybın hayatımızda yarattığı boşluğa göre değişse de sanırım bu kadar sık tekrarlanan, toplu katledilişlere tutulacak yas süresi bir ömre sığmayacak kadar çok.

Haziran 2015 de başlayan toplumsal deneyde reflekslerimiz kaybolana, sinir uçlarımız hissizleşene ve kalbimiz cama dönene kadar bizi zorlayacaklar anlaşılan. Bir kısmının gönül gözü hep kapalıydı ve zaten aslında onlara göre olması gerekenlerin olma sırası gelmişti. Peki ya bizler için?

Ülkemizin Doğu’sundan başlayan toplu ölüm haberlerine önce inanamadık. Mesela yavrusunun cenazesini gömemeyen annenin çocuğunun ölüsünü buzlukta saklaması hangi kalpte hançer yarası açmaz ki. Filmde seyretsek hüngür hüngür ağlanacak bu sahneler gerçekti ve çoğu kimseyi ağlatmadı. Taş taş üstünde kalmayan kasabaların fotoğrafları Suriye’den gelmiyordu, orada yaşayanların evleri barklarıydı. Oradan çok uzakta ama benzer evlerde yaşayan yüzlerce eve daha eş zamanlı ölüm haberleri ulaşıyordu. Çünkü ortada bir tehdit vardı ve bununla savaşılmalıydı. Bu tehdit büyük şehirlerden henüz uzaktı ve ölen canları adıyla soyadıyla, yaşam hikayeleriyle tanımıyorduk. Kimi zaman son dakika haberleriyle, kimi zaman ekranın altından geçen bantlardaki sayılarla bilgi alıyorduk. Artık 2-3 kişinin ölümü haber bile değildi. Ne korkunç değil mi, böyle hissetmeye başlamak? Bu deneyin sonucu sanırım. Bizler her ölümün ardındaki kocaman bir var olma hikayesini hep görmezden geliyoruz nicedir.

Benim işim dünyaya gelmeyi bekleyen bebeklere zorlu yolculularında yardımcı olmak ve bazen de varlık sebepleri olmak. Ama bunca insanın ne uğruna öldüğü belli değilken ister şaşkınlık deyin, ister hayret yaşama ait inancım azalıyor. Bu kadar kolay tetiğe basabilen, insan canı alabilen, tecavüz edebilen, işkence yapabilen beyinler nasıl da umarsızca aramızda dolaşıyor. Belki aynı otobüste, vapurdayız, belki aynı kasa sırasında bizden hemen önceki, trafikte arkadan sana selektör yapıyor, kim bilir belki yan komşun ya da çocuğunu emanet ettiğin okullardalar...

Paranoyak olunmayacak gibi değil. Artık kaçımız bindiği metrodan tedirginlik duymuyor ki, sinemaya, tiyatroya giderken insanın içinde korkudan başka bir şey olmalıydı, eskiden öyleydi. Akşam yemek programı yaparken bölgenin risk skalası çıkartılır mıydı? Menüye, fiyatlara falan bakardın, şimdi riskli bölgeler var ve gitmiyorsun. Sen gitmediğinde o eski tatlar dediğin mekanlar birer birer kapanıyor. Orada çalışanlar işsiz kalıyor. İşsizlik suç oranın arttırıyor. Ülke ekonomisi kötüye gidiyor, döviz değer kazanıyor, domatesi kaça aldığını, benzine niye bu kadar vergi ödediğini düşünüyorsun. Yani kelebek etkisi başladı. Artık doğuda patlamış ilk bombanın, ateşlenmiş ilk silahın olabilecek tüm etkilerini yaşıyoruz. Ve toplumsal deneyde  kuklalar gibi bizi bir yerlerde toplayıp katledenler notlarını alıyorlar; ‘şu ana kadar toplumun tepkilerinde beklenmedik tek şey olanlara gösterdikleri sessiz sabır’.

Dur bunu da hallederiz başka değerlerini tehdit edelim, canlarından daha kıymetli belki rejimleri olabilir mi? Çok saçmaydı tabii bu deneme. Onca insan ölmüş susuyoruz, sistem değişse ne olacak ki. Bak sokaktaki adamdan farksız meclise giren insanların da rezilliğini seyrettik. Bunu da gösterdiler bize. Yuh olsun artık erkek şiddeti bitti kadının kadına şiddeti de oldu ve mahalle kavgasından farksız görüntülerle, Şafak Pavey gibi hümanizminden, naifliğinden kırılacak bir insanı yerlerde bir kez daha kolsuz bacaksız bıraktılar. Diyecek söz kalır mı meclise artık? Kürsüsü kırıldı, yen içinde kalmadı.

Yazmaya işte bu rezillikler, felaketler yüzünden küsüyorum. Ama kelimelerin ne günahı var ki? Kirlenmiş insanlığımızı anlatırken sözcükler masumiyetlerini kaybediyor sadece. Ben de kendi gönül gözümle görüyorum olanları. Ve içimde kırıntılar, zerreler halinde kalan umutların da tükeneceği günler yakındır diye yazamaz olana kadar bir daha küsmek yok deyip yazıyorum.

İyi pazarlar

www.draytunaktan.com

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

TOKİ, yuvaları yanmış hayvanlara orman da yapar mı!

Bizim hikâyemiz yeni başladı ve bizim resmi kayıtlı söndürme uçak sayımız en küçük doğal sayı. Prometheus ateşi insana verirken Türk politikacılarını hesap edemediği için yaptığına pişman olmuş olabilir. Tanrıları dize getiririz...

Benim bedenim, benim yumurtam, benim kararım

Yumurta dondurmak yani doğurganlığını istediği zamana ertelemek için kadınları kurallarla hizaya sokamazsınız. Hekim olarak itirazım var. Kadın olarak itirazım var

Bir doktor olarak Covid-19 güncem: Bir ayda hasta yakını da oldum, hasta da...

Virüs aramızda. Etkisini zayıflattığı söylense de kimi seçeceğini, ne derecede hasta edeceğini bilemezsiniz