Zamanla bir şeyler tekrar yaşandığında “tarih tekerrür etti/eder” denir. Gerçekten tıpkısı mı yaşanmaktadır yoksa bir zamanlar benzeri olayları yaşayanların ya da tanık olanların yanılsaması mıdır bilinmez(?) Zaten yaşayanlar da ömürleri ölçüsünde hatırlarlar; elli, bilemedin yetmiş yıllık bir geçmişi vardır ortalama hafızaların.
Tabii parmakla sayılacak süreler bunlar, yüzyıllar öncesine gitmek tonlarca hafıza gerektireceğinden değil parmak, yüzyıllara yayılan ömürler yetmez.
Şimdi tam da yüzyıllar öncesiyle bugünün nasıl örtüştüğüne, birbirlerine tıpa tıp benzemekle kalmayıp, gidişatlarının ve akıbetlerinin de aynı olduğu ya da olacağının şaşmaz kanıt(lar)ının sunulduğu o eski zamanlara gidelim.
Fakat eski zamanlar derken, yanlış anlaşılmasın!
Bu zamanların kentleri, o zamanlarda kurulan kentlerin bir devamı bile değil (öyle olsa idi bünyesine yeni şeyler ekleyecekti), gerçekten de bir tekrarı.
Şimdi “bize ne yüzyıllar öncesinden” fısıltıları duyulur gibi oluyor. Zaten buradaki temel mesele de zaman değil; insanlık tarihinin kadim doğruları, hataları ve yaşanmışlıkları. Yani öyle ki, insanlığın tarih boyunca gittiği temel bir iki ana yol var; bunlardan birisi, demokrasi, iyilik, vicdan, hak, hukuk adalet… Diğeri ise; zulüm, baskı, karanlık, savaş… işte bu iki yoldan hangisinin seçileceğine/seçildiğine bağlı gelişiyor her şey.
Bu yollardan birincisi seçildiğinde (Hellenistik Dön.), sosyal atmosfer ve yaşamsal mekanlar insanların doğallığına göre biçimleniyor, üst üste mekanlara sıkışmak ayıp, konutlar ferah ölçülere göre yapılıyor. Bol bol sohbet ediliyor, diyalog kuruluyor; düşünce ve zihin önemseniyor, okunuyor, söyleniyor. İkinci yola gelince, zaten yaşadığımız gerçeklikten biliyoruz; niceliğin ve biçimselliğin uzantısında gökyüzünü ve toprağı yutan devasa binalar, aşırı abartılmış mekanlar, şaşaalı kent dekorları, vur patlasın çal oynasın ortamlar, sirkvari gösteriler, korku, baskı…
Sanki bir formül gibi nerede şaşaa, baskı, gereksinimleri ezip geçen abartı varsa orada derbederleştirilmiş, isteklerinden bile vazgeçmiş, ölmüş ama soluk alıp veren yığınların ülkesi (Nekropolis) olması karşısında afallıyor insan.
Geçmiş yüzyıllarda Roma, bu ikinci yolun taşlarını nasıl döşemişse buralara kadar gelmekle kalmayıp yeniden dirilmiş. Şimdi Roma’nın temellerini attığı kent ve yönetim biçimi altında amorf hallerimizle döneniyoruz.
Ama bitecek(miş)!
Bitmek zorunda (ymış), daha ötesi yok(muş)!
Nasıl mı?
Bütün soruların yanıtları, dönemin Roma’sıyla yaşadığımız bugünü buluşturan sosyal-siyasal atmosferin içinde gizleniyor.
Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent’te şunları söylüyor:
“Hem siyaset hem de kentçilik açısından değerlendirildiğinde Roma nelerden kaçınılması gerektiği konusunda bir örnek olma özelliğine hala koruyor. Roma tarihi, hayat yanlış yönde seyrettiği zaman insanı uyarıcı bir dizi tehlike sunar. Nerede insanlar boğucu kalabalıklar halinde bir aradaysa, nerede kiralar fahiş biçimde yükselir ve barınma koşulları kötüleşirse, nerede uzak toprakların tek taraflı sömürüsü yakın çevrede denge ve uyuma ulaşmaya yönelik baskıyı ortadan kaldırırsa, orada Roma binalarının geçmiş örnekleri, sanki bugün geri gelmiş gibi, neredeyse otomatik olarak yeniden ortaya çıkar: Arena, çok katlı kira evleri, kitlesel müsabaka ve gösteriler, futbol maçları, uluslararası güzellik yarışmaları, reklamlar sayesinde her yerde görünür hale gelen striptiz, duyuların seks, içki ve şiddet yoluyla sürekli uyarılması, -hepsi de tam anlamıyla Roma tarzında-. Aynı şekilde hamamların çoğaltılması (bugünün masaj, SPA salonları), geniş asfalt otoyollarına yapılan aşırı harcamalar ve her şeyden önemlisi de, büyük teknik donanımlarla icra edilen son derece kısa ömürlü şeylere gösterilen yoğun kolektif ilgi de bu Roma tarzına uygundur. Ahlakı bozuk iktidarın büyümesi ve hayatın küçülmesi sonun yakın olduğunun habercisidir. Bu belirtiler çoğaldığı zaman Nekropolis yakında demektir, henüz tek bir taş devrilmemiş olsa bile. Zira barbarlar çoktan kenti içeriden ele geçirmiştir. Cellatlar gelin! Gelin Akbabalar!”
Bu durumda tarih tekerrür mü etmiş oluyor?
Elbette ki hayır.
Aksine, “kentsel iş birliği modelinden yoksun, denetimsiz büyümenin, vicdansız sömürünün ve maddi doygunluğun” yol açtığı bir yıkım oluyor. Tıpkı içinde yaşadığımız şimdinin atmosferi gibi.