16 Mart 2025

The Brutalist, bir filmi inşa etmek

Brady Corbet’in yönettiği filmin dönüm noktası, İtalya’da bizi çevreleyen dağ manzarası. İnşa ettiği binaya tutsak László gibi beyaz mermerlerle çevrili taş ocağına hapsoluruz. Arka planda çalan uvertür ise sanki eril gücü simgeleyen dağlardan yankılanır

Opera ve balenin açılışında çalan uvertür, filmde Yahudi soykırımından kurtulduktan sonra konuşmayı reddeden öksüz Zsófia’nın çığlıklarıdır. Genç kızın “sessizliğinden büyülenen” askerler, onu “göz kamaştırıcı” bir sanat eseri olarak görür. Film, Amerika’ya kaçan Macar mimar László Tóth kadar yeğeninin var oluş mücadelesini anlatır. Zsófia’nın çaresizliğine uvertür ile ses vererek başlayan film, İlk Mimarlık Bienali’nde (1980) amcasını onurlandırdığı bir konuşmasıyla biter.

Çok sesli açılış sahnesinde gördüğümüz ve dinlediğimiz hikâyeler farklıdır. Mimarın büyük umutlarla Amerika’ya gelişini izlerken öldü sandığı karısı Erzsébet’in kocasına yazdığı mektubu kendi sesiyle dinleriz. “László hayattayım.” diye yazar kocasına. İki farklı anlatımı bir araya getiren filmi, karakterler soykırımdan kurtulacaklar mı sorusuyla izlemeyiz.

László’nun (Adrien Brody) kaçış coşkusuna katılmamızı, karısının Goethe’ye (1749-1832) referans verdiği mektubu engeller: “Kendilerini özgür sandıkları için çaresizce köleleştirilmiş olanlardan daha kötüsü yoktur. Yanılmıyorum henüz özgür değiliz” der Erzsébet (Felicity Jones). Alman yazar ve Yahudi karakteri buluşturan mektup, Amerika’daki özgürlüğün bir rüyadan ibaret olduğunu vurgular.

Soykırımdan kurtulanlar Amerika’ya vardığında New York’un sembolü Özgürlük Heykeli’ni tersten görürüz. Heykelin baş aşağı bakan elindeki özgürlük meşalesi yangının habercisidir. Ters dönen heykel, göçmenlerin umut ışığını söndürür. Bir televizyon kanalı, Yahudilerin “Kendi egemen devletlerinde kendi kaderlerinin efendisi olacaklar” haberini duyurur. Fakat Amerikan kapitalizminde “köleleştirilmiş” mimar, kendi kaderini kendi inşa edemez.

Ekrana paralel yansıyan Özgürlük Heykeli de film ekibinin isimlerinin yer aldığı paralel çizgi de toplumsal ilerlemeyi sorgular. Ekranı ikiye bölen paralel çizgi, Philadelphia’ya giden bir otobüsün yolunu keser. Gün doğuşuna doğru ilerleyen göçmenlerin yolu karanlıktır. Filmin birinci bölümünün ismi “Geliş’in Muamması,” László’nun Amerikan rüyasını muğlak kılar.

Bir TV spikeri, “Belki de insanlık tarihinde hiçbir eyalet ya da ulus Pensilvanya kadar çok sayıda insani meselenin belirleyici zemini olmamıştır” dediğinde dünyadan haberdar olmadığı bellidir. Medeniyetin Pensilvanya’da doğduğunu zanneden spikere göre tarihi Amerika yazar. “Uçak için çelik, tren için çelik” diye sayıklayarak ülkesini över. Film ise ülkesini eğitimin ve sanayinin önderi gören spikerin milli gururunu yerle bir eder.

Pensilvanya, László’ya baştan özgürlük vadeder. İş insanı Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce) sayesinde karısına kavuşur ve Margaret Lee Van Buren halk merkezini inşa etmekle görevlendirilir. “Nihayet üzerine iyi talih” konduğunu düşünürken bir ağacın altında elma yemesi ironiktir. Cennetten sürülen Âdem ve Havva gibi hayatı tepetaklak olacaktır. Amerika “yeni hayat ve yeni dil” sunsa da tutsaklık bakidir.

Entelektüel mimar, Noel yemeğinde bir merak unsuruna dönüşür. Zenginler, savaşı “tüyler ürpertici bir hikâye” olarak dinler. Van Buren’in oğlu ise mimarla alay eder. Eve yılbaşı süsleri hâkim olsa da László’yu ötekileştiren aile dinden uzaktır. Şafakta ve gün batımında güneşin haç şeklinde yansıyacağı bina, kazayı ve ayrımcılığı beraberinde getirir.

Brady Corbet’in yönettiği filmin dönüm noktası, İtalya’da bizi çevreleyen dağ manzarası. İnşa ettiği binaya tutsak László gibi beyaz mermerlerle çevrili taş ocağına hapsoluruz. Arka planda çalan uvertür ise sanki eril gücü simgeleyen dağlardan yankılanır. Filmin ilk sahnesinden beri hissedilen cinsel gerilim artık doruk noktasındadır.

1950’lerin Brutalist mimarisini örnekleyen halk merkezinin beton duvarları, gökyüzüne yükselen dağlarla örtüşür. Mimar, binanın labirente benzeyen karanlık koridorlarında ruhen kaybolur. Saplantılı bir şekilde çalışan mimarın fenerini takip eden izleyici de çıkış yolu arar. Toplama kamplarının klostrofobik hücreleriyle özgürlüğün sembolü olan yüksek çatıları buluşturan bina, mimar kadar izleyiciyi de içine çeker.

László’nun savaştan sonra sessizliğe bürünen yeğeni, 1980 Venedik Bienali’nde amcasının onuruna bir konuşma yapar. “Önemli olan yolculuk değil varış noktasıdır.” dese de serginin “Geçmişin Günümüzde Varlığı” başlığı, zamanı bitmeyen bir yolculuk olarak hayal eder. Zsófia’nın gençliğini canlandıran Raffey Cassidy’nin, final sahnesinde Zsófia’nın kızını oynaması da geçmişi hatırlatır. Üç buçuk saatlik filmin süresi de varış noktasını değil, yolculuğu vurgular.

Müziği, mimariyi ve coğrafyayı birer karaktere dönüştürerek En İyi Özgün Müzik ve En İyi Sinematografi Oscar ödüllerini hakkıyla alan The Brutalist’i izleyin.

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Konsey, Yeats ve kaplumbağalar

Benitez, “Ben tanrının yarattığı şeyim” diyerek Donald Trump’ın “sadece iki cinsiyet vardır” söylemiyle ters düşer. Fakat apandisit ameliyatı sırasında keşfedilen rahmi, senaryoda ters köşe tekniğinin kurbanıdır. İzleyiciyi şaşırtan bir sürprizden öteye gidemez

Şakir Paşa’nın mucizevi kurgusu

Bir yangının küllerinden doğarken lineer ve erkek egemen tarih anlayışından sıyrılan Şakir Paşa dizisinin özel bölümünü mutlaka izleyin

Aşıklar neden Adsız?

Adsız Aşıklar’ın iki doktoru da adsız. Cem Taşkın, Cem olamamış. Hastanenin yüzü olması için bir dublör kullanmış. Dublör ölünce hastanede yeni çalışmaya başlayan Doktor Hazal, Cem Taşkın olarak tanıtılır. İsmi ne olduğu fark etmeksizin herkes “kolektif mutsuzluğun” bir parçası

"
"