[Spoiler içerir]
İlk sahnede sararmış yaprakların hışırtıları, bizi 2012’de Florida’da zenginlerin yaşadığı bir siteye taşır. Bir gece, tek başına yürüyen 17 yaşındaki Afrikalı-Amerikalı Trayvon Martin’in varlığı suç addedilir. Geceden bile karanlık bir araba peşindedir. Latin kökenli George Zimmerman, hiç tanımadığı gencin tehlikeli olduğuna o kadar emindir ki polisi arar. Evine dönmekte olan Trayvon üzerinden bir gerilim filmi senaryosu yazar. Oysa çektiği sahnenin korku unsuru kendisidir. Telefonda derhal takibi bırakması istense de devam eder. Meşru müdafaa gerekçesiyle bir masumu sokak ortasında öldürür. Silahlı saldırıyı camdan izleyen bir komşu ise acil çağrı merkezini arayarak canlı yayın yapar.
Isabel Wilkerson’dan (Aunjanue Ellis-Taylor), hem katilin hem de komşunun acil yardım hattı ile yaptığı görüşmeler üzerine bir gazete haberi yazması istenir. Isabel teklifi reddetse de nefret suçunun ırkçılığa indirgenemeyeceğine inanır. Zimmerman, neden kendisi gibi ten renginden dolayı ötekileştiren bir genci sebepsiz yere ihbar eder?
İstanbul Film Festivali’nde gösterilen filmin, Amerika’yı sarsan cinayeti etraflıca işleyeceğini düşünürken senaryo Isabel’in özel hayatına odaklanır. Netflix dizisi When They See Us’ın yönetmeni DuVernay, bizi ulusal trajediden yazarın kişisel dramına yönlendirir. Annesini huzur evine göndermesinden ve kocasının kavga ettikleri gece ölmesinden dolayı kendisini suçlayan yazarla baş başa kalırız. Oysa “güvenlik” adına Latin kökenli bir Amerikalının siyah bir genci öldürmesi, çok katmanlı bir senaryoda işlenebilirdi. Olay; maktulün, katilin ve şiddete seyirci kalan komşunun gözünden aktarılabilirdi. Isabel’in yorumlamayı reddettiği telefon kayıtlarını, biz defalarca dinleyip irdeleyebilirdik.
Film, çetrefilli bir senaryoda Trayvon’ı yaşatmak yerine Isabel Wilkerson’ın kast sistemini tartıştığı Caste: The Origins of Our Discontents (2020) adlı kitabından kesitler sunar. Kendimi bir kitap tanıtımında hissettiğim film, yazarın argümanını âdeta kafamıza vura vura bize öğretir.
Yazara göre toplumsal şiddetin asıl sorumlusu, sosyal hiyerarşi üzerine kurulu bir kast sistemidir. Almanların beyaz Yahudileri gaz odalarında yakmasını ve Hindistan’da Dalitler’in ezilmesini ırkçılıkla açıklayamaz. Amerika, Almanya ve Hindistan’daki ayrımcılığın ortak noktası, insanların ekonomik ve sosyal statülerine göre sınıflandırılmasıdır. Doğuştan gelen soy ve statü değişmez. Sosyal farklılıkların devamı için ırklar ve sınıflar arası evliliğe müsaade edilmez.
Film, kast sisteminde meşrulaştırılan fiziksel ve psikolojik şiddeti defalarca örneklendirir. Dalit topluluğundan bir öğrenci, dersi yerde oturarak dinleyebilir. Afrikalı-Amerikalı bir çocuk ise güya ten rengiyle kirleteceği yüzme havuzuna, sınıf arkadaşlarıyla birlikte giremez. Bu iki çocuğa acıdığımız sahnelere, kitabından kesitler okuyan yazarın sesi eşlik eder. “İnsanlık dışı muamele” ve “kast sistemi” kelimelerini defalarca tekrarlayarak ayrımcılığın evrenselliğini vurgular. Oysa biz yazarın bilge açıklamaları olmadan da sosyal eşitsizliği eleştirebiliriz.
Türkçede “köken” ya da “başlangıç” anlamına gelen filmin ismi “Origin,” yazarın ayrımcılığın kaynağını aradığı Caste: The Origins of Our Discontents adlı kitabına referans verir. Fakat Isabel’in kast sistemini “huzursuzluğumuzun” başlangıcı olarak göstermesi problematiktir. Etnisite, toplumsal cinsiyet, sınıf ve milliyetçilik gibi ideolojilerden beslenen eşitsizliğin tek sebebi olabilir mi? Tarih boyunca tüm dünyaya egemen olan ayrımcılık, sadece kast sistemi ile açıklanabilir mi?
Filmde aşk; soy, ırk ve sınıf bariyerlerini aşan tılsımlı bir değnek. Afrikalı-Amerikalı yazarın beyaz kocası Brett (Jon Bernthal) ile imrenilecek bir evliliği var. Bir Alman ve Yahudi’nin aşkı da soykırıma meydan okur. Ölüm çiftleri ayırsa da ırklararası ilişkiler toplumsal bütünleşmenin sembolüdür.
Fakat film, eleştirdiği kast sisteminin altında eziliyor. İlk on dakikasında ilgiyle izlediğim 911 telefon kayıtlarından, Wilkerson’ın argümanını özetlemek adına vazgeçiyor. Almanya, Amerika ve Hindistan’daki hiyerarşiyi anlatan kitaplar arasında bir diyalog kuran film, 140 dakikalık bir ders niteliği taşıyor.
Naz Bulamur kimdir?
Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.
Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.
Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.
|