17 Temmuz 2022

Şair, içini oymaktan gelir her şeyin

Seyhan Erözçelik şiiri, anlayana apaçık tehdittir aslında. Sürekli bir ima ve sürekli bir tahrik barındırır kendinde. Seyhan Erözçelik "varlık"a, "var" olana soru sormaz asla. Ona emirler yağdıran bir kiple cevap almaksızın vuruşur. Ilgın ılgın atışır

Karakterini sevmesem de, şiirini çok sevdiğim Ece Ayhan, "Soyadı manav soyadı" demiştir, Seyhan Erözçelik için. Seyhan, büyük büyük büyük şairdir! Dağınık akıl, saçılmış vicdan. Öyle saçılmış ki, insana zalimce gelir. Çok erken yaşlarda keşfettiğim biri. Kurban olayım o çocukluk günlerime, avluda bir çakıl taşı gibi bırakmadı beni öylece. O da beni keşfetti ne iyi. Akıl aşığıydı, ben de onun aklına âşıktım, yalan değil. Tatlı insan, huysuz adam, tutumlu akıl ve aynı bünyede zekâ ve iyi niyet her zaman bir araya gelmez böyle. Onunla ilgili konuşurken öyle canlı, öyle coşkulu tanımlamalar yapmak istiyorum ki, duysun ve yattığı yerden bir hamlede kalksın istiyorum! Ah, derim hep… Oturduğu masalarda bir cam bardak olsaydım, yere düşerken paramparça olacağını bilen. Üzülürüm hâlâ çok, herkes gibi istediği alakayı değil, beklediği anlamsal kavrayışı tatmadı hiç. Ölüm, bize her şeyi geç öğreten kötü bir hocadır. Üstelik hayattan uzun… Kendi döneminin o genç şairi, çok da genç bir yaşta bu dünyadan eminim varoluş sancılarıyla öylece bilinçli çekip gitti. Bile, isteye… 

Yeni nesil genç şairler nasıl vakit geçirir bilmem. Bilmek de istemem bazı kötü olaylara bakınca. Bazı şeylerden haberdarız tabii ve memnun da değiliz bundan. Oysa Seyhan ağabey, Asâf Halet Çelebi'ye gömmüştür kendini. Fark edilmeyecek gibi değildir, sırayı bozmaz bir sıra dışılığı vardır. Onun şiirinde Tarih, dilbilim, insan halinin evrimleri vardır. Gırgır ve ciddiyet... Onun şiirinde toplumsal yapıyla, bireysel yaşantının apaçık anlaşılmaz zor halleri vardır. İnsanın ölürken aklının başında olması, onun şirinin en görünür özelliğidir. '80 kuşağının ve Türk şiirinin en önemli, ama az bilinmiş ve en az anlaşılmış şairlerinden biridir. İşte bu onun gücüdür. İnsan aklıyla dönüp bakmayınca, görmüyor hiçbir şeyi. Bartın Cumhuriyet İlkokulu ve Kadıköy Maarif Kolejini bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi'nde Psikoloji ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'ndeki öğrenimini yarım bıraktı. Bırakmasaydı da zaten hiçbir şey tamamlanmış olmayacaktı. 1986'da bir grup genç arkadaşıyla birlikte Şiir Atı Yayıncılık'ı kurdu ve Şiir Atı Dergisi'nin yönetimine katıldı. Türkiye'nin önemli reklamcılarındandı… Yaratıcı bir yönetmen... Dibin sesini bilen, onu anlaşılır bir dile kolayca çevirebilen bir şairdi.

Seyhan Erözçelik şiirlerinde zaman zaman Bartın Türkçesiyle birlikte diğer Türk dillerini de kullandı.'Kara Yazılı Meşkler'de aruz ölçüsüne modern bir yorum getirdi. 'Hayal Kumpanyası'yla 1991 Yunus Nadi Ödülü'nü şiir dalında kazandı, bu kazanımı reddetti. 2004 yılında Behçet Necatigil, 2005 yılında ise, Dionysos Şiir Ödülü'ne layık görüldü. 'Gül ve Telve' kitabı Murat Nemet-Nejat'ın çevirisiyle (Rosestrikesand Coffee Grinds) Talisman Yayınevi tarafından Amerika'da yayımlanan Erözçelik, Wayne Miller ve Kevin Prufer'ın hazırladığı 'New European Poets' adlı antolojide de yer almıştı. Yayımlanan ilk şiiri, "DÜŞTANBUL" 1982'de Yazko Edebiyat'ta yayımlandı. Şair Asâf Hâlet Çelebi'nin şiirleri üzerine derin bir çalışma olan "Şerh" denemesinin ardından bir diğer önemli çalışmasını da 1992 yılında edebiyat tarihi açısından önemli bir kazanım olan kayıp şair Halit Asım'ın kayıp şiirlerini ortaya çıkarması ve yayınlaması izlemiştir.

Bu iki önemli çalışma hem kendi sanat kariyeri, hem de edebiyat tarihi açısından oldukça önemli çalışmalardır. Gereken ilgiyi görmemiş olmasına rağmen bugün "var" olmaları biraz da Seyhan Erözçelik çabasıdır. Her iki şairin şiir ve şair karakteristiklerinde de Seyhan Erözçelik'i görmek çok yerinde ve mümkün bir durumdur. Bunu en açık haliyle şöyle de izah edebiliriz. Erözçelik'in şiirinde soğuk bir mantık cereyan eder önce. Sonra sıcak bir kalbin yakınlığı girer devreye. O anlaşılmaz, soğuk şiir işçiliğiyle ilk etapta uzak duran harfleri okura ayak bileklerinden kavratır. Ve çeker bir iskemleyi çeker gibi aklı havada tutan her şeyi indirmek için kalbin hizasına, yere. Bir dağınıklık içinde stabil bir düzen ve bilgece, dâhiyane oyunlar çemberine alır kelimelerin anlamlarını. Sanki bir sözlüğe ellerini daldırıp avuçlayabildiğince kelimeleri tutup fırlatır kâğıda. Ve işte o, kendiliğindenlik! Önceden kurgulanmamış metnin kendini şiire bırakışı uyanır orada. İşte bu, yavaş ilerleyen anlaşılmaz süreç içinde denebilir ki, Seyhan Erözçelik Türk şiirinin az anlaşılmış, ama en iyi şairlerden biridir. Kendi deyimiyle de zaten hayatı 'rahatsızlıklar üzerine kurulu' bir şairi çok anlaşılır bulmak büyük haksızlık olurdu. O şiirin sansarıydı. Geceleri çıkıp dolaşan şehri… Küçük Balıklar adlı filmde olduğu gibi kısacık bir sahne. Öyle ya, herkes giyip dolaşamaz babadan kalma hırkasını.

Bana göre, hep sıra dışı bir şair olmuştur o. Şiirini anlamlı kılan bir politika olarak sağlam bir poetika örmüştür kendine. Anlık ve tesadüfî duyarlılıklardan çok uzak, öte yandansa kalbin mantıklı ezasını ele vererek… Onu bu bağlamda değerli kılan dil birikimi ve onu ustaca manevralarla kullanmış olması... Şiiri kapalı. Anlaşılması ilk etapta zor… Fakat Asâf Hâlet'i şu konuda geçmeyi başarmıştır Erözçelik, imlâ ve açık teknik. Demek istediğim şu, İMHA ve AÇIK TAHRİK! Seyhan Erözçelik şiiri, anlayana apaçık tehdittir aslında. Sürekli bir ima ve sürekli bir tahrik barındırır kendinde. Seyhan Erözçelik "varlık"a, "var" olana soru sormaz asla. Ona emirler yağdıran bir kiple cevap almaksızın vuruşur. Ilgın ılgın atışır. Zaten şiir de bu çarpılmanın, yanmanın eseridir. Anlaşılmasını zorlaştıran da budur belki. Onu sürekli aşağılama, geriye itme, hatıralaştırma çabası vardır. O ve şiiri anlaşılmaz bir eflatunun hacmidir. Ağır değil. Var değil. Yok, yok değil! Emir kipli şair! Size, bilinmezin ironisini açıkça ithaf eden, bağırmadan, emir kipini bir işaret parmağı gibi uzatmadan, iki el bir tabanca yakanızı tutup sizi silkmeden şiir yazmıştır. Şiirini ördüğü kozayı okurun istilasına bırakmış bir şair… Çünkü bilir, kim ne yaparsa yapsın asla yıkamayacaktır onun kurduğu düzeni. Kendinden her zaman o kadar çok emin. Üzerine çok az şey söylenebilmiş bir iyi şair. Çünkü ne söylenirse söylensin, onun şiirinin önüne geçemeyecek, bir tekrar olarak kalacaktır hep onunla mücadeleye girişen bütün şiirler.

Seyhan Erözçelik eğer şair olmasaydı, kesin bir matematik ya da iktisat dehası olurdu. Aslına bakarsanız, şiir de bir nevi matematik ve iktisat bilgisi ister. Çünkü bütün bunların yarısı sezgidir. Şiiri basite indirgemiş yığınların belki de en çok bilmesi gereken koşul budur. Tarih, felsefe… Antolojik ve ontolojik bakımdan sosyoloji ve olmazsa olmaz istatistik ve onun bir kolu olduğu matematik. Siz bir ilk hamlenin nelere kadir olduğunu bilebilir misiniz? Ve bu ilk hamlenin satrançta olduğu kadar şiirde de belirleyici olduğunu… O ilk hamle kalıcı bir üslubu mıhlar ilk dizeyle. Asıl söylenmesi gerekeni söyletir… Şair, o ilk dizeyi o ilk hamleyle gösterir ve o ilk dize şairi o ilk hamlede yükseltir. Şair, içini oymaktan gelir her şeyin. İşte bu onun üslubudur.

Recaizade Mahmut Ekrem, üslup için: "Üslup dediğimiz şey her şahsın efkâr-ı mülahazatının ta'birleri tarzı mahsusudur. Herkesin üslubu ifadesi ise efkür-ı mülhazatının kalbidir: söylediği, yazdığı şeyler, o kalbe girdikçe sahibini teşhis edecek kadar başka bir suret ve şekil iktisap eyler. Fransa üdeba-yı hükemasından Buffon'un "üslüb-u beyan ayniyle insandır" sözü sahihan bir bedia-yı hakikat denmeye şayandır. Zira dikkat olunsa, her şahsın üslub-u beyanı mizacının, ahlakının, edvarının, evzaının meriyet-i in'itafıdır. Fikir saçma olursa üslubun hiç ehemmiyeti kalmaz." diyor. Ve bu, yazılan değil, gelen ilk dizenin ilk hamle olma özelliğini daha iyi ifade etmenin de bir açık önermesidir. Şiirde her kelime, satrançta her taş, şair açısından yeni bir imgeyle yaratılmış ironi ve ileriye itilmiş, oyunu başlatmak için sürülmüş bir üsluptur aslında, taş değil. 

Eşyayı da nesne oluştan, bir baştan çıkarma eylemi vardır Erözçelik şiirinin. O nesneye bir özgürlük atfederken, özgürlüğün ezasını da dokur içine. Bunun ön koşulu o ilk acıyı sonsuza değin barındırmak ruhunun içinde. Üslup yazarın kendisidir çünkü. Eza bu kendiliğinin içine işlenir. 

"Şimdi bur'da oturduğumda, gözlerimi kapatıyorum,
Aklıma, Dünyâ'nın en büyük taşı geliyor: Ayers." 

Yağmur Taşı, böyle bir kitaptır mesela… Hep bir ilk hamle vardır onda. Satranç gibi dağılıp toparlanan bir oyun. Geleneksele bakınca daha çok moderni temel almış, sanırım 'geleneğe karşı duruyor' sanılmış bir kitaptır. Diğer kitaplarıysa, geleneğe bağlı, fakat asi... Yağmur Taşı için "o ilk hamle" benzetmesini rahatlıkla ileri sürebilirim bu yüzden. Kendisiyle sehpadaki taşların birbirilerini geçişi gibi bir karşılaşma yaşar Yağmur Taşı. Bana hep bir sayıklama gibi gelen bu kitap sürekli başka adlarla aynı şeyi "Taş"ı sayıklar durur başka şeylerin etrafında, başka şeylerden söz ederek. O gerçek nesneyi tutup bir rüyâyı kayıt eder mesela. Bir "var" olmuşu, hiç olmamış bir nesneden fiile çekimleyerek yapar bunu.

"Rüyâ, ne zaman gelecek? Aklıma mı gelecek?
Rüyâmda, ner'deyim ben?
(Evde mi, Ana?)
Hâtıralar, rüyâdan rüyâya taşınıyor.
Rüyâlarsa, insandan insana.
Ben, şimdi sendeyim.
Atıyorum yüreğinde.

Çok az şair, çok büyük bir arşivdir. Seyhan ağabey, böyle bir şairdi. Capcanlı, dopdolu bir arşiv… Nilgün Marmara ile olan dostluğu bizi bir araya getiren ilk şey idi. Baştaki paniği beni tanıdıkça geçip gitmişti. Ve ben en çok Seyhan ağabeyden emindim, Nilgün'ü hiç kullanmamış, çok sevmiş biri olduğundan. Adına bir armağan olarak onu yaşatsın ve hatırlatsın diye şiir ödülü düzenliyor son birkaç yıldır. Cümlesine karşı bir soğukluk duyduğum bütün ödüller içinde ilk kez bir sıcaklık, bir samimiyet duyuyorum. Bu kıyıda, kenarda kalanları keşif, sessiz ve sadece kendi olan kabiliyetleri gün ışığına çıkarma çabası. Dilerim öyledir ve öyle de kalır. Çünkü Seyhan ağabey, görünmeden yapardı pek çok şeyi. Bugün artık fark edilsin iyi şiir, iyi şair!

Kardeşi Noyan Erözçelik kısa zaman sonra Seyhan adına uluslararası faaliyetleri de içine alacak bir müze-yazar atölyeyi hayata geçirecek ve kurulumu hala devam eden bir kitaplık açacak. Ölümünden hemen sonra ünlü bir gazetecinin ilk aldığı anda yanıtlamadığı maili üzerinden, "Bir şair ölmüş, adı Seyhan Erözçelik. Bilmiyordum. Ölümün haberini duyduğumda bana gönderdiği bu maili hatırladım. Allah rahmet eylesin" sözleriyle hep aklımda tanıdığım bildiğim bir şairin dışında başkalarının sadece öldüğünde andığı bir şair olarak da kaldı. Köşesinde birkçaç kelimeyle bunları yazan o çok ünlü yazar buna çok içlenmemiş olabilir, ama bu benim bile kalbimi kırmıştı. İnsanın ve bir şairin değeri öldüğü gün hem böyle ancak böyle ifade edilmemeliydi.

Dışardayız, dedi, döneceğiz—içeriye…
Sonra, su, ateş, hava ve toprak, kardeştiler,
dedi, insanlar, onları ayırmadan önce…
Bana bak, dedi.
Baktım.
Uyandım. Yandım.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim