02 Ağustos 2020
Son dönem Türk Edebiyatı'nın özgün kalemlerinden Abdullah Ataşçı ile edebiyat, toplumsal değişim ve şiddet ve yayın piyasasının okuru ve kendini sürüklediği şeyler üzerine konuştuk. Açık sözlü ve özgün ve cesur muhtevasıyla kitaplarından söz ettik.
- Ayfer Feriha Nujen: Yazının icadını gerekli kılan gerçekte ne kanunlar ne de devletlerdi sanırım. Yani bana göre ilk tetikleyici şiirdi. Öykü ve romanlarıyla öne çıkan bir yazan olarak şiir sizin için nerededir? Sizin kendi yazı tarihinizde şiir bir başlatıcı sayılabilir mi?
Abdullah Ataşçı: Şiir öfkenin, huzursuzluğun, dışarıda kalma çabasının tezahürü daha çok. Bu yüzden şiirin bulaşmadığı insan yoktur sanırım. "Ben şiir sevmem," diyen insanlar bana göre ya yalan söylüyorlar ya da doğru dürüst yaşamamışlardır. Çocukluktan yeni çıktığım dönemde Nazım'ı, Ahmet Arif'i, Hasan Hüseyin'i, Melih Cevdet'i, Edip Cansever'i Goethe'yi, Heine'i Neruda'yı okumuştum, hem de birilerinin tavsiyesiyle değil üstelik karanlıkta yolumu kendim bularak… Elbette dünyaya, olan bitene karşı yeni yeni öfkeleniyordum ve öfkemi diri tutmak için şiirler bana iyi geliyordu, gelmişti. O zamandan beri şiirden hiç vazgeçmedim. Yazdığım şiirler de oldu ama şiir yazmak hiç de kolay değil. Yine de şiir yazmayı, zor bir tür olmasından ziyade, hayata karşı öfkemi kontrol etmeyi başarabildiğimden bıraktım, diyebilirim.
- Kitaplarınızın isimleri de muhtevaları da derinlik olarak yayın piyasasında gördüğümüz kitaplardan farklı. Örneğin; Birîndar. Yara/Yaralı anlamına gelen bir kelime. Uzunca bir süre ve hâlâ bazı dillerin uğradığı sansüre uğramadan bu ismi taşıyabiliyor olması çok güzel. Bu isimi Türkçe'nin dışında bir dil ile taşıması kültür ve edebiyat dünyamız açısından önemli, bir tabu yıkımı girişimi olarak. Siz bu ismi bu kitaba verirken hangi duyguyla karar verdiniz. Neden Birîndar? Bu konuda hepimiz yaralı insanlarız. Birîndar biri olarak, Türk Edebiyatı'nda bu coğrafyanın diğer dillerine de yer vermesi gerektiği gerçeği hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Bırîndar'ı, Dağda Duman Yeri Yok'tan dört yıl sonra, artık bir daha hiçbir şey yazamayacağımı düşündüğüm bir dönemde yazdım. Herkesin bir şekilde yaralandığı bu coğrafyada, en çok kanayan yarayı görmemek, ona dair kurmaca bir metin oluşturmamak büyük bir çelişki gibi gelmiştir bana hep. On yıllardır adı konulmasa da Kürt coğrafyasında devam eden bir savaş var. Bu savaşta ölen binlerce insan… Bu insanlar neredeyse her gün sadece sayısal bir ifade olarak yer alıyor haberlerde. Bazı ölüm haberleri verilirken buna üzüntülü bir tavır takınılsa bile bir dakika sonra, o ölümler olmamış gibi yalan dünyaya kalındığı yerden devam ediliyor. Bir şekilde, "…şehit oldu" ve "…etkisiz hâle getirildi" ifadelerinden önce yer alan o sayıların her birinin birer can olduğunu roman sanatının sınırları içerisinde kalarak göstermek istedim. Bu hiç şüphesiz oldukça hassas bir konu olduğundan ve benim işim de tarihe tanıklık edecek belgesel türde bir metin yazmak olmadığından, mümkün olduğu kadar kahramanların kendi dünyası içinde kalarak bunu yapmaya çalıştım.
Bırîndar ismini elbette bilinçli kullandım. "Yaralı" da diyebilirdim. Ancak "yaralı" olan Yüzbaşı Celal, romanın sonunda kendisini esir alan insanlarla aynı kaderi paylaşıyor ve onlarla birlikte öldürülüyor. Hiç şüphesiz kayıtlara da onlardan biri olarak geçecektir. O andan itibaren de artık "yaralı" değil, "birîndar"dır Celal Yüzbaşı.
Bırîndar'ı yazarken en çok yapmak istediğim şeylerden biri, romanı iki dilde yazmaktı. Celal'i anlattığım bölümü Türkçe, Ferhad'ı anlattığım bölümü de Kürtçe... Ne yazık ki, Kürtçem iyi olmadığından bunu yapamadım. Bir gün böyle bir roman yazmak isterim hakikaten.
- Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi'nin Kitap Eki'nde Susmak Derdi ile ilgili bir değerlendirme yazısında yazarlığınızla ilgili görevci bir anlayış'tan söz edilmişti. Yazan birinin yazmak içinde ve dışında görevci yaklaşımının açılımsız bir biçimde ele alınmasını hoş karşılamıyorum doğrusu. Sizce bir eser üzerinden böyle bir yorum doğru bir yorum mudur? Size göre görev bilinci nedir, hakkınızdaki bu ifade biçimini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Susmak Derdi'ndeki her bir öyküyü farklı mekân ve zaman unsurları üzerinden anlatmak kadar farklı bir dille ve kurguyla yazmaya çalıştığımı söylemeliyim öncelikle. Bana göre bu, metne hizmettir ve kuşkusuz buna görev bilinci de diyebiliriz. Bu açıdan "Sarkis" öyküsünü de bütünden parçaya doğru ilerleyen bir kurgula ele aldım. Önce, anlatıcının tabiriyle dünyanın en güzel şehrinin yanmakta olduğunu görürüz. Sonra yangının orta yerindeki binlerce insanın devinimine tanıklık ederiz. Yangın büyürken ve insanlar canhıraş bir şekilde Kordon'a doğru koşarken, yangını seyreden bir zevat de vardır. Bu zevatla ilgili hiçbir şey söylenmese bana göre öykü eksik kalacaktır. Bahsettiğim olay, Eylül 1922'de Türk ordusunun İzmir'e girişinden sonra meydana gelen büyük yangındır. Bu yangının birçok kaynakta farklı nedenlerle çıktığı söylenir. Yangının ilk olarak Rum ve Ermeni mahallelerinde çıkması; resmi yetkililerin kaçan Yunanlı askerleri, Yunanlıların İzmir'e giren Türk ordusunu, bazı tarihçilerin de doğrudan azınlıkları suçlaması, bu büyük ve önemli olayı bir muammaya dönüştürmüştür. (Bu konuyla ilgili pek çok kaynaktan bilgi sahibi olunabilir. Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok'un anlattıklarının, İsmet İnönü'nün hatıralarının, Falih Rıfkı'nın yazdıklarının içinden bile önemli çıkarımlar yapmak mümkündür. Hele satır aralarını okumasını bilen arif okur (Bu ifadeyi, Cumhuriyet Kitap'taki yazıda geçtiği için buraya aldım ben de) satır aralarında yangının çıkışının ve büyümesinin nedenleri hakkında pek çok sonuca ulaşabilecektir.
Bir kurmaca yazarı olarak tarihî tezleri destekleme veya onları çürütme gibi bir derdim olamaz. Derdim, öyküye adını veren Sarkis'in ve onun gibi binlerce insanın o dönemlerde yaşadıkları acıları gösterebilmektir. Ama nasıl ki parçaları fark etmeden bütünü tam olarak göremiyorsak yangınla ilgili parçaları da kullanmak benim metne olan borcumdur diye düşünüyorum. Yazarın derdi, okuyucunun hoşça vakit geçirmesini sağlamak değildir bana göre. Bu düşünceyle mümkün olduğu kadar okuyucuyu memnun edecek şeyler yazmaktan hep kaçındım. Belki de bundan dolayı, sözünü ettiğimiz metnin yazarı, "Türkçe'nin parlak yazarlardan biri" olarak tanıttığı bir yazarın Susmak Derdi'nden önce yayımlanan kitapları hakkında tek bir söz etmemiştir. Böyle gördüğü yazar hakkında yazması için kendi düşünce dünyasına uymayan bir metniyle karşılaşmayı beklemiştir sanki. Bunlar yine de benim için zerrece önemli değildir. Dediğim gibi hiç kimseyi memnun etmek için yazmıyorum sonuçta.
- Birinin bize bizden bir şeyler söylemesi onun dinlemeye, okunmaya değer olduğu konusunda beni ikna etmesine neden olan şeylerin başında gelir. Dağda Duman Yeri Yok, Yara Bende gibi. Dilini ne kadar gelişkin, modern bir biçimde de kullansa bir yazanın bir okura seslenirken onun kültürel öğeleriyle seslenmesi en sağlam bağ kurma yöntemi. Bugün ezgilerle yazma olayını aynı anda okura sunabilen Ethem Baran, Ayfer Tunç gibi sayılabilir isimler arasındasınız benim için. Tarih boyunca bir edebi tür olarak da var oldu ezgiler, fakat unutturmamak ve onu yeni bir formda kendi haliyle yarına taşımak önemli bir mesele. Siz kitaplarınızda kültürün bir öğesi olarak ezgileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Tıpkı bir dönem filminde en can alıcı sahnenin sesi olarak mı, yoksa etki alanında hapis kalmış birinin çığlığı olarak mı?
Değerli tespitleriniz için teşekkür ederim. Bu coğrafyanın bir insanı olarak geçmişten bugüne tanık olduklarım nelerse onları kendi süzgecimden geçirip yeni bir formla sunma gayreti taşıdığımı söyleyebilirim. Benim için ses hakikaten çok önemli. Bu ses elbette bazen görüntünün dışına taşan bir çığlık olabildiği gibi, çoğu zaman görünene eşlik eden bir ezgiye de dönüşebiliyor. Özellikle Yara Bende'de kimi içimizi acıtan, kimi bizi güldüren birçok olay anlatıldığından, büyümenin her anında kulağımıza çalınan türkülerin, nağmelerin de olaylara eşlik etmesini arzuladım. Daha doğrusu anlatıcının böyle bir istek taşıdığını fark ettim ve ona yardımcı oldum sadece.
- Karakterlerinizin çoğu bana İyi insan kime denir? Sorusunun cevabı gibi gelir. Elbette Kötü insan kime denir?'in de yanıtını da verir. Her iki niyeti ayrı ayrı taşısalar da aslında İnsan nedir? Sorusunun yanıtını arayan biri için gerçek ve kesin bir cevap veriyorlar. Karakterleriniz yaşadıkları coğrafyanın ve onları itekleyen iktidar alanlarının da bir ürünü diyebilir miyiz? Böylece kurguladığınız karakterleri dışarıdan bakan bir göz olarak siz nasıl değerlendirirsiniz? Karakterleriniz sadece sizin onlara söylettiklerinizi mi söyler, yoksa bir yerden sonra onlar mı sizi söyleten gücün sahibi olurlar?
İyi veya kötü karakterli olsunlar olmasınlar, roman veya öykü kişilerime mümkün olduğu kadar aynı mesafeden baktığımı söyleyebilirim. Birîndar'da düşman ve çok farklı iki kültür içerisinde büyümüş, hayat gayeleri birbirinin zıddı olan Celal ile Ferhad'i yazarken bunu hakikaten çok yakından hissetmiştim. Celal'i yazarken tıpkı onun gibi düşünmeye başladığımı Ferhad'ı yazarken de o olduğumu garip ama müthiş bir hazla hissediyordum. Yani onları ben yazmıyordum artık, sadece kendilerini yazdıran kahramanlara hizmet eden biriydim. Bence kurmaca metinlerin yazarını en çok mutlu eden şey de budur. Yazdığım her metinle birlikte kahramanlarımı anlamak için ortaya koyduğum çaba, sonuçta insanı anlamak üzerine olduğuna göre okuyuculara da "İnsan nedir?" sorusunu sordurmayı başarabildiğimi umuyorum.
- Yazmada bir olay yaratmak ve bu olaylar silsilesini masalsı bir anlatımla yazıya sığdırmak anlatılanın trajedisini her zaman romantize etmiyor elbette. Ya da şöyle sormalıyım sanırım: Hassas bir okur için kendi trajedisini hafifletebilmek ve ondaki travmanın iyileşmesini sağlamak bilinci var metinlerinizde. Bu konuda yanılıyor muyum? Şiddeti geliştiren toplumun bir ürünü ya da bireyi olarak bu bilinci taşıdığınızı söylemek doğru olur mu? Sizce bu türlü bir yaklaşım son dönem edebiyatımıza ne kadar hâkim? Bu yaklaşım toplumun şiddet yangınını söndürmede ne kadar etkili?
Bir edebi metin bana göre, okuyucuyu rahatsız etmelidir. Bir kişinin değişebilmesi, hissedebilmesi ya da sadece fark edebilmesi bile bu rahatsızlığın sonucu gerçekleşecektir. Okuduğumuz kimi metinlerin, bize çok uzak hayatları anlatmasına karşın bizde böyle bir rahatsızlık uyandırdığını görürüz. Böylelikle başka hayatlar üzerinden kendi acılarımızı, açmazlarımızı, trajedilerimizi görürüz. Yani bir şekilde iyi metinler insana kendisiyle ilgili önemli hatırlatmalar yapar. Yazarın bunu yapması, gayesinin bu olduğunu göstermez yine de. O işini iyi yapan biridir. Bundan daha değerli bir şey de yoktur bana göre. İyi metinler, her ne kadar dramatik olaylar anlatsalar bile diliyle, kurgusuyla, katmanlı yapısıyla, kelimeler arasındaki boşluklarıyla okuyucuyu sağaltabilmektedir. Demek istediğim kitaplar tek başlarına toplumdaki şiddet yangınını söndüremez ama herkesin işini en iyi şekilde yaptığı bir toplumda şiddet de olabildiğince azalacaktır.
Edebiyatımızda hakikaten okuyucuya rahatsızlık vererek ona iyi gelecek çok sayıda böyle metin var. Günümüzde de bu açıdan iyi metinler yazılmıyor diyememem, ama hayal kırıklığıyla kapağını kapattığım pek çok kitap da oldu ve ister istemez yıllar önce okuduğum metinleri bir kez daha okumanın en doğrusu olduğunu düşündüğüm de.
- Bir eleştirmen olmadığım gibi eleştiri türünde sahici bir yaklaşımla ele alınmış metinlerle de karşılaşmıyorum doğrusu. Ya çok reklamsı ya da bir linç patlaması şeklinde yazılıyorlar. Söyleşiler dışında yazan birinin kendini dosdoğru ifade edemediği gerçeğini göz önüne alırsak, genel ve hakkınızda kaleme alınmış eleştiri yazıları hakkında ne düşünüyorsunuz? Eleştiri bir tür sözlü ya da yazılı olarak doğru bir biçimde yapılıyor mu?
Pek çok yazar gibi ben de hakkımda eleştiri yazılarının yeterince yazılmadığını düşünüyorum. Neredeyse pek çok şeyin hızla tüketilmesi üzerine kurulduğu bir sistemler bütünü içinde yaşıyoruz. Edebiyat dünyası da elbette buna uygun olarak dizayn edilmeye çalışılıyor. Böyle olunca eleştiri gibi önemli üst kurumsal yapılara da ihtiyaç duyulmuyor. Eleştiri, yeninin, öncekinden daha iyi olması için yol gösterir çünkü. Bunun da hız çağına uymadığı muhakkak…
- Susmak Derdi bir bakıma durmadan değişen dünyanın ve diğer her şey üzerine ayrıntılar içeren bir kitap. "Susma"nın, söylemenin bir başka çeşidi olduğu gerçeği aynı zamanda. Susmak Derdi ne söylüyor okura? Avazınca söylese de derdini, onu anlaşılmayanların sesi yapan ne?
Susmak Derdi'ni Türkiye'nin son yüzyılında, her biri farklı bir bölgede ve zaman diliminde geçen öyküler toplamı olarak düşünerek yazdım. 1915'te Çamlıhemşin'de başlayıp 2019 yılında Keçiören'de biten öyküler… Kahramanların kimi kadın, kimi erkek, kimi A partili kimi B partili, her birinin neredeyse farklı bir etnik kimliği var. Onları anlaşılmayanların sesi yapan ne? Belki de sadece yazılmış olmaları… Çünkü çoğu anlaşılmayacağını bildiğinden susuyor, kendi derdi kadar başka dertlerden muzdarip olanlar için de susuyor. Konuşmak zorunda oldukları o anlar, onların en dertli oldukları zamanlardır da diyebiliriz. Bu coğrafyada doğup büyümüş olmak, sadece duymak veya görmek bile yeri geldiğinde susma nedenidir. Bana göre susmak zorunda olmak en büyük dertlerdendir.
- Apolitik olmak da pasif olmakla beraber bir siyasi duruş elbette. Siyasi bir eleştiri ya da propaganda yapmadan da bir metin ya da kitap anlattıklarıyla, ele aldığı konularla toplumun eleştirisini yapabilir. Bunu elbette okur görür, anlayabilir. Fakat şu da bir gerçek ki, her metin bir fikir üzerine kurulur. Bir şeyden yana bir şikâyet, bir şeyin çaresi niteliğinde. Dağda Duman Yeri Yok bunun bana göre en güzel örneği. Öyküleriniz, romanlarınız metinsel bütünlüğünü göz önüne aldığımızda toplumsal eleştiriler barındıran metinler. Yazanların büyük kısmını toplum mühendisi olarak görmek gerektiğinin altını çizerek sormak istediğim şey şu: politik ya da apolitik olarak yazan biri olarak, siz bu eleştiriyi yapıyor musunuz? Bu eleştiriler içinde çözümler de barındırıyor mu? Yazmanın sizin için bu bakımdan sadece yazmak olmadığını söylemek doğru olur mu?
Her metin bir şekilde politiktir ya da daha doğru ifadeyle iyi yazılmış her metin demeliyim. Yazan kişi, ne yapmaya çalışırsa çalışsın bana göre dert edindiği şeylerin ona fısıldadıklarından hareketle yazıyor. Bu dert sadece kendisiyle ilgili olabildiği gibi, bütün insanlıkla da ilgili olabilir hiç kuşkusuz. Bir şeyi gözümüze sokmaya çalışan yazarlardan pek haz aldığımı söyleyemem. En büyük toplumsal mesele bile öyküyse öykünün, romansa romanın sınırları içinde kalarak yapılmalıdır bana göre.
- Az evvel de ve sıklıkla değindiğim gibi şiddet bir konu olarak da eylem olarak da çok fazla karşılaştığımız bir durum. Yasalar da insanların büyük bir kısmı da bu konuda susmayı seçti ve giderek daha sessiz bir yığın ve sisteme döndü. Kadın cinayetleri, hayvanlara ve tabiata karşı bir soykırım, aile içi olduğu kadar toplumun da üstüne sinen bu durumlar kırsalda, şehirde, Doğu'da, Anadolu'da ve tabii Batı'da da aynı hızla sürüyor. Bütün bu durumlar bireyler arasında daha hassas bireyler olan yazanlar üstünde daha derin ve kalıcı izler bırakıyor. Bütün bunlar sizi ve yazı hayatınızı da etkiliyor mu? Toplumun bir sözcüsü ve aynı zamanda yazın sanatının bir temsilcisi olarak sizi bunlar üstünde düşünmeye, yazmaya itiyor mu?
Yaşananlara baktığımızda çıldırmamak elde değil. Böyle bir dönemde akıl sağlığını koruyabilmek bile büyük bir meziyet aslında. Kitaplara ve yazmaya en çok sığındığım dönemin, bu dönem olduğunu söyleyebilirim.
Her gün, boyutu ve şiddeti daha da büyüyen bir kaosun içine sürüklendiğimizi görüyorum. Ve sanki gittikçe daha da kötüye giden bir ülke, bir dünya… En temel haklarımızı korumak bir yana onları artık talep ettiğimiz bir zamandayız. Bundan daha acıklı ne olabilir, bilmiyorum. Kadınlar öldürülmesin, çocuk istismarı olmasın, hayvanlara acı çektirilmesin, düşüncelerinden dolayı kimse hapse atılmasın, özgürlüklerimiz sınırlandırılmasın dediğimiz bir dönem… Hakikaten yıkıcı bir dönem… Belki gelecekte, umarım öyle bir gelecek olacak, bugünü anlatacak çok öykü ve roman yazılacaktır.
- Yazan biri olmanın dışında bir eğitimcisiniz. Burada "eğitimci" kelimesini "öğretici" ile değiştirmek istiyorum. Çünkü ben insanoğlunun eğitildiğine inanmıyorum. Toplumsal açıdan geleneksel öğeleri ve tarihi kullanan yazanların da usta öğreticiler olduğuna inanıyorum. Meslekler arası bağlarınıza dayanarak yazmak ve öğretmek arasında geçişler yaparken değişimler yaşıyor musunuz? Bir eğitimci ile yazan biri olmanın öğreticiliği arasında bir fark görüyor musunuz?
Önce bir binaya, ardından da bir odaya giriyorsunuz. Çocuk veya genç pek çok insan gözünüzün içine bakıyor. Onlar için bir kurtarıcısınız. Bakışlarından bunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Siz onlar için onlar da sizin için oradalar. Söyleyeceklerinize, kulak kesilmiş bekliyorlar. Çoğunun heyecanını görebiliyorsunuz. O çocukların yıllar sonra sizi unutmadığını, onlara anlattığınız hikâyeleri, okuduğunuz metinleri, sözünü ettiğiniz kitapları hatırlamaları hakikaten mutluluk verici… Yıllar öncesinden öğretmeni olduğum gençlerden böyle mesajlar alıyorum ve bu, beni hakikaten çok mutlu ediyor.
Öğretmek bana göre tek taraflı bir bilgi akışı değil asla. Gittiğim her okulda, her sınıfta ben de çocuklardan bir şeyler öğrenmek için çabaladım. Hakikaten başka hiçbir yerden, kişiden ya da kitaptan öğrenemeyeceğim şeyleri onlardan öğrendiğim oldu. Bunun insana nasıl keyif verdiğini anlatamam. Hatta bazı metinlerime onlardan öğrendiklerimin sızdığını gördüğümde bu keyif daha da artıyor. Öğretmenlik, kuru kuruya bir şey öğretmek, hele adı "ders" olan bölünmüş zamanlarda bunu yapmaya çalışmak değil sonuçta. Bana kendimi en iyi hissettirenler hep çocuklar oldu.
- Lisans eğitiminizi İletişim üzerine yapmış olmanız sizin için insanlarla diyaloga girerken bir avantajdır diye düşünüyorum. Yazmak olayında da öyle… Zira kamu mezunu yazanların çoğunda şöyle bir durum söz konusu, algı oluşturmak ve bu algı üzerinden hep aynı şeyleri hep aynı biçimde belli bir okur kitlesine dayatmak… Boş bir demogojiye tutunmak. Doğrusu bu konuda Aşkım Kapışmak gibi güya alanında uzmanlık iddiası ve eğitimiyle toplumu yanlış yönlendirenleri kastediyorum. Sosyoloji, psikoloji ve kişisel gelişim gibi alanlarda bilimsel yaklaşımlarla alakasız bir tür olarak da edebiyat içinde yeri olmayacak kitaplarla topluma kendi sosyal hayat ve şahsi fikirleri üzerinden yön verme çabalarının ne metinsel ne de mesleki ahlak olarak doğru bir biçimde yapılmadığını düşünüyorum. Edebiyat ortamı ve metinsel üretim sahasında bu tür kitaplar ve yazanlarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz? Topluma zarar verdikleri konusunda hemfikir miyiz?
Bir ülke bir tarafıyla veya yönüyle geri kalırken diğer tarafları da gelişemez. Diyalektik yasa bize bunu söylüyor. Ekonomide, sosyal hayatta, eğitimde, siyasette yaşanan gerileme ister istemez kültürde de kendini gösterecektir. Edebiyatta da ne yazık ki durum böyle… Elbette bu tür yayınların toplumun yararına olduğunu zerrece düşünmüyorum. Onları durduramayacağımıza göre, yazdıklarımız kadar başkaları tarafından yazılmış iyi metinlere de daha yakından bakmaktan başka bir çıkış yolu göremiyorum.
- Yayıncıları anlamakta güçlük çektiğim bir şey var. Olmaması gerekeni olması konusunda büyük ısrarla yayımlama ve yayma çabaları. Az evvel de dediğim gibi bazı kitaplar ve türcü yazanlar konusunda olduğu gibi. Bunu bu kitapların satış oranıyla açıklamak onlar için hata olur hemen söyleyeyim bunu. Çünkü bugün yayıncılar ne toplumun istediğini belirlemek gibi bir sisteme ne sahipler ne de bunun için çalışıyorlar. Onlar da sosyal medyanın ve bilinçsiz bir kitleye bir şekilde sahip olmuş insanların sürüklediği yere doğru gidiyorlar. Bunun gibi nedenlerden ötürü yeni baskıları yapılmasına rağmen çoğu kitap az sayıda ve yavaş bir dağıtımla çıkıyor piyasaya. Dağıtım tamamlandığında da yıl sonu gelmiş oluyor ve çoğu kitap rafa çıkmadan geri dönüyor. Bir okur aynı zamanda bir yazan olarak bu gidişat size ne ifade ediyor? Burada da bir politika yürütüldüğü gerçeğinden söz edebilir miyiz?
Tespitlerinize sonuna kadar katılıyorum. Tuhaf bir kısır döngünün içinde cereyan ediyor her şey. İyi okuyucuların göz ardı edildiği, vasat metinlerin özellikle ön plana çıkarıldığı tuhaf, dengesiz bir zamandan geçiyoruz. Dediğim gibi her şeyin hızla bozulmaya yüz tuttuğu can sıkıcı bir dönem bu. Bu yüzden sanırım, iyi yazarlar da derinlerde kalmak istemiyor ya da onlara böyle telkinlerde bulunuluyor. Metnin görünür olmasından çok yazarın görünür olması üzerine kurulu bir strateji bu.
- Söz ettiğimiz pek çok şeye rağmen Abdullah Ataşçı edebiyatımızın gelecek on yılını nasıl öngörüyor, bütün bunlara rağmen kendi yazın geleceğinizi de karşınıza aldığınızda böyle bir ortam ve piyasada kendine bir ömür biçebiliyor mu? Bu konuda toplumsal bir mücadele planı var mı? Yazma konusunda ısrarcı ve eğitici olmayı şartlar ne kadar zorlaşsa da sürdürmeye devam edecek mi?
Bir noktadan sonra bazı şeylerin iyi yönde değişeceğine inanıyorum. Yazma konusunda kendimi eğitmek, elimden geldiğince yazmak dışında başka bir amacım yok. İyi şeylerin başlangıcı olacak o noktaya varmak için de buna ihtiyaç var sanki.
- Genç yazanlar konusu kendini tamamlama konusunda ivme kazanmış kıvama gelen sizin gibi yazarların gözünden bakınca daha da önemsiyorum. Hani bir somon balığı sürüsünün nehrin tersine doğru ilerleyip yeni bir nesli yaşama kazandırması gibi bir şey. Bu açıdan sizin için yeni nesil yazanlar kimlerdir? Genç yazanları takip ediyor musunuz? Onlara neler tavsiye edersiniz?
Günümüzde çok sayıda öykü, roman, şiir ve deneme yayımlanıyor. Her birini takip etmek hakikaten zor… Elimden geldiğince takip etmeye çalıştığım pek çok yazar var yine de. Siz de bunlardan birisiniz örneğin. Yazarları sınıflandırmak istemiyorum. Onlarca kitabı olan kimi yazarın hâlâ genç olduğunu görünce mutlu oluyorum ya da ilk kitabıyla epeyce yol aldığını düşündüğüm yazarlar da aynı şekilde beni mutlu ediyor.
Yine de en azından daha kitabı yayımlanmamış gençlerden Serhat Köroğlu, Mustafa Çökelez ve Filiz Erbaş'ı, bir veya iki kitap yayımlananlardan da Mehmet Fatih Özbey, Eyüp Tosun, Abdullah Aren Çelik, Murat Çelik, Mustafa Orman, Ömür İklim Demir ve Engin Türkgeldi'yi severek takip etmeye çalıştığımı söyleyebilirim.
Yazmak, kesinlikle cesur olmayı gerektirir. Onlara, geçmişte ve günümüzde yazılan iyi metinleri takip etmeleri dışında bildiğini okumalarını önerebilirim ancak.
- Son olarak, bir kitabınızla bir ezgiyi yan yana yazmanızı istesem hangi kitabınızı hangi ezgiyle yan yana koyardınız?
Dağda Duman Yeri Yok, adından da anlaşılacağı üzere, Celal Güzelses'in "Baba bugün dağda duman yeri var/ Kaşta keman yeri var"la, Yara Bende "Hüseynikten çıktım şehre yoluna/ Can ağrısı tesir etti koluma/ Yaradanım merhamet et kuluna'yla, Birîndar Ahmet Kaya'nın "Doruklara sevdalandım' şarkısıyla, Susmak Derdi "Muratgilin damından atlayamadım" türküsüyle ve Kimse Bilmesin de "Yazımı kışa çevirdin" türküsünün ezgileriyle yan yana dursun isterdim. İsterdim diyorum ama yan yana olmaktan çok zaten iç içeler.
Veysel’i okuduktan sonra öğrenmiştim kör olduğunu. O söyledikçe sesinin tutulmuş kayıtlardan yazıya aktığını… Allah Veysel’in iki gözünü birden almış, ama yerine de görünün en hakikisini bırakmıştı. Masal gibi, masaldan gerçek!
"Onaylayıcıların, sessiz kalmanın konforuna sığınanların çokluğundandır, tufan beklemiyorum. İnsanın evrenin efendisi olması meselesi bence, çok ağır bir dezenformasyona maruz bırakılarak tefsir edilmiş asırlar boyunca"
Sevginin fedakârlığa dayandığı dayanakların ortadan kalktığı, insaniyetli olmanın artık ayıplandığı, el etek öpmeyince, insan eleyen elekler tutmayınca, adaletli olan elin ayağın artık hiçbir işe yanaştırılmadığı dalalet çağına geldik, battık ve kaldık
© Tüm hakları saklıdır.