Türkiye medyası, özellikle ana akım medya, bütün bir haftayı “Baykal dönecek mi, dönmeyecek mi” ya da “Baykal’ın yerine kim gelecek” sorusunu tartışarak geçirdi.
Medyanın gündem oluşturma, bizleri o günlerde neleri tartışacağımıza yönlendirme gücü sanıldığından daha büyük. Batı Avrupa’da daha şimdiden, medya için eskimiş “dördüncü kuvvet” nitelemesi terkedilmekte. Akıllı, can alıcı sorular soran, sorgulamaktan yorulmayan ve çatal dilli kadınlar ve erkekler küçümseyici, eleştirel, reddeden bir içerik yükleyerek “medya demokrasisi” terimini kullanmaya başladılar.
Bu bağlamda medyanın tuzaklarına kapılmamak zor ama zorunlu...
Peki, benim de aklımın erdiği, dilimin döndüğü, gücümün yettiği kadarıyla aralarında yer almaya çabaladığım solcular, haydi daha da daraltalım, Marksizm’in bugünkü dünyayı anlamakta hâlâ en geçerli çözümleme (=analiz) yöntemi ve ideoloji (=dünya görüşü) sağladığını düşünenler ana medyanın sığ ve yalınkat gündem dayatmalarından paçayı kurtardıklarında hangi gündem üstünde, hangi eksende ve ufukta (=vizyonda) tartışıyorlar.
Yukarıdaki uzun ve çetrefil paragrafı tek cümleye indirgeyelim: Bizim gündemimiz ne?
Örneğin: Ergenekon var mı, yok mu tartışması mı?
Örneğin: AKP’nin Anayasa değişikliklerini (Evet, bunlar AKP’nin Anayasa değişiklikleridir ve ondan ibarettir) desteklemeli mi, desteklememeli tartışması mı?
Örneğin: Yurtseverlikle milliyetçilik arasında sahiden ciddi bir içerik farkı var mıdır tartışması mı?
Örneğin...
Herhalde yeter...
Peki bu ve benzeri düzeydeki ve düzlemdeki tartışmalarla Türkiye solu etkisiz ve kitlesiz partilerini, irili ufaklı (aslında: ufaklı) örgüt, hareket, çevre kümelerini aşıp, toplumda caydırıcı bir güç oluşturabilecek bir konuma, kitlelere umut ve güven sağlayacak bir çekim merkezine evrilmeye bu ve benzeri tartışmalarla tırmanabilir mi?
Son paragraftaki soruya “Evet, tabii, niye olmasın” diye cevaplayanlar yazının bundan sonrasını okumasa da olur...
* * *
Ne kadar içimize kapandık!.. Düşünsel, teorik evrenimizi ne kadar kalın duvarlar içine hapsettik !..
Hatta solun teorisi üstüne tartışmaları ne kadar zamandır terkettik!..
Yakınma, itiraz içeren bu cümleleri “Eskilerden gelme ve oralarda kalmış bir abi yine ahkâm kesiyor” diye okuyanlar olabilir (hatta eminim vardır).
Ama bugün alanlara, sokaklara çıkıp “Mahir Hüseyin Ulaş, kurtuluşa kadar savaş” sloganının haykıran kuşaklar, Çayan’ın Türkiye için tezlerini Güney Amerika’da kent gerillası pratiklerini, “fokoculuk” teorilerini, emperyalistleşmiş kapitalizmin bunalım dönemlerine ilişkin Marksist yorumları süzerek, yani o dünyayı anlamaya çalışarak ürettiğini gözardı edebilirler mi?
Çayan’ın tezlerine katılırsınız, katılmazsınız (ben katılmayanlardandım ve katılmayanlardanım) ama o tezlerin ciddi bir entellektüel çabayla ve dünyayı anlamaya, dünyayı izlemeye çabalayan bir çalışkanlıkla ürettiğini teslim etmek zorundasınız.
Keza İbrahim Kaypakkaya’nın tezlerini Çin Komünist Partisi'nin tezlerini, Hindistan’daki devrimci köylü hareketini oluşturan Çaru Mazumdar’ın tezleriyle harmanlayıp ürettiğini, bu gün Kaypakkaya çizgisindeki örgütlerde yer alan gençler ne kadar biliyor ve yaşlılar ne kadar hatırlıyor?
Türkiye İşçi Partisi içindeki ilk büyük çatlağın o günlerin “Ergenekon, AKP” tartışmalarından değil, Sovyetler Birliği’nin Çekoslavakya’yla tanklarını yollaması üstüne kopan ve Dünya Komünist hareketinin temel ilkelerindeki yorum farklılıklarından kaynaklanması gözardı edilebilir mi?
Sözün kısası...
* * *
Evet sözün kısası: Dünya solunda olup bitenler enine boyuna izlenmeden ve bilinmeden; dünya solunun tartışmalarına boylu boyunca dalmadan, hem de pasif bir izleyici olarak değil, katkı sağlamaya yönelik bir özgüven ve iddia ile girişmeden Türkiye’nin sorularına cevap, sorunlarına çözüm üretmek mümkün olabilir mi?
Can sıkmayı, öfkeli itirazlarla karşılaşmayı göze alarak ve sadece bir örnek vermek amacıyla bir soru soracağım.
Sosyalistler için kapitalizmi aşmak vazgeçilmez bir hedeftir.
Tamam. Çok da doğru. Ama sadece “Kapitalizmi aşacağız” demek ve bunu şehvetle tekrarlamak ne anlam ifade eder?
Kapitalizmi aşmak demek -en yalın anlatımıyla- kapitalist sömürünün kaynağını oluşturan “üretim araçlarının özel mülkiyeti”ne son vermektir.
Peki, 2010 dünyasında (ve Türkiye’sinde) üretim araçlarının özel mülkiyetini yıkıp kollektif mülkiyetini kurmak nedir ve nasıl olacaktır?
Küçük bir parçasını izleyebildiğim dünya solunda geceler boyu tartışmaktan gözleri kan çanağına dönmüş kadın ve erkekler bu sorunun cevabını arıyorlar.
Kendi adıma ben “Hah, işte cevap budur” denebilecek bir bilgiye henüz rastlamadım...
Ne dersiniz? Sizin bir cevabınız var mı?
Ya da bu çetrefil soruya boşverip “Ergenekon” ya da “Askeri vesayetten AKP vesayetine geçme” sorunlarını mı tartışalım?..