Bu yazı emekçilerin dünyasına bir kanser uru gibi sızan ve bütün emek dünyasını kaplamak üzere olan “taşeronluk” üstünedir. Zonguldak’taki son cinayette katiller arasında “taşeronluk” kurumunun ağır ve inkâr edilemez rolü üstünde duracaktır.
Ama arada kaynayıp gitmesin, geçerken not edelim ki kayda geçsin: 30 madencinin ölüm haberinin ülkeyi sarstığı, umut kıvılcımlarının son ışıltısının da sönüp gittiği saatlerde Ankara’da, Deniz Baykal’ın ihtirasla sarıldığı koltuğa oturabilmek için son kozunu oynadığı (oynattığı) basın toplantısı vardı. Basın toplantısında “Ufala da kuşlar yesin” misali açıklamalara değinmek niyetinde filan değilim. Ama o saatte 30 emekçinin acısını umursamaksızın, sefil bir siyasi manevraya öncelik tanındı ve buna tanık olmak bile midemi bulandırdı.
Not ediyor ve geçiyorum...
* * *
Zonguldak’ta grizunun patladığı ocaktan bir taşeron firma çıktı. Taşeronluk kurumu “Kâr, daha çok kâr” diyen ve sadece bunu diyen bir sistemin en güvenli sığınağı en sağlam örtüsü...
Tuzla tersanelerinde ardarda yaşamını yitiren emekçi cinayetlerinin pek çoğunun altında da taşeronluk kurumu yatıyor.
İşçi sınıfı saflarında sendikaların kazınmasının başat manivelası da aynı kurum.
Sigortasız, kayıtdışı ve asgari ücretten de düşük aylıklarla işçi çalıştırabilmenin kapılarını ardına kadar açan kurum da taşeronluk.
Taşeronluk bazen fiyakalı bir adla karşımıza çıkıyor: Yap - işlet - devret.
Ne demek bu?
Yaparken eksik malzeme, olmazsa en ucuz malzemeyi kullan, en ucuz işgücü kullan, yani en ucuza çıkar.
İşletirken en yüksek kârı elde etmek üzere en vahşi kuralları uygula, en ucuz işgücünü işe koş. İş güvenliği, işyeri güvenliği, sigorta gibi yüklerden becerebildiğin kadar kurtul. İşletme ekonomik ömrünü tamamladığında da devret ve kurtul...
* * *
Bu konuda büyük medyada, anaakım medyada ciddiye alınacak tek satıra bile rastlayamayacaksınız. Çünkü taşeronlaştırma salgını özellikle büyük medyada çoktaaan kurumlaştı.
Ulaştırma hizmetleri, temizlik hizmetleri, yemek hizmetleri, hatta haber hizmetleri taşeronlaştırıldı.
Birkaç yıl önce ünlü bir gazetede yorum yazan, önemli bir sayfanın editörlüğünü de üstlenmiş kıdemli bir gazeteci arkadaşım kovuldu. Tazminat olarak eline sadaka benzeri üç beş kuruş tutuşturuldu. Oysa Basın Kanunu uyarınca çok çok daha yüksek bir tazminat alması gerekiyordu.
Yasal yollardan hakkını aramaya kalktığında gerçek suratında bir şamar gibi patladı. O gazetecilik yapmıştı ama emekçi olarak kaydı o gazeteye yemek hizmeti veren (aslında aynı patrona ait) bir alt firmaya, bir taşeron firmaya yapılmıştı ve “ahçı yamağı” kadrosunda çalışmaktaydı. Yani yazı yazmamış, patates soymuştu...
Yasa çaresiz kaldı; meslektaşımız da eline geçen sadakayla yeni bir ekmek kapısı bulana kadar geçinmek gibi bir mucizenin peşine düştü.
* * *
Ülke gündemi “Baykal o haltı yedi mi yemedi mi, kaset sahte mi, gerçek mi” tartışmasına kilitlendiğinde sanırım en keyifli el oğuşturanlar da taşeronlar ve taşeronluk kurumu kanalıyla kanlı kârlar elde eden anlı şanlı “büyük firma”lardı...
Bugünün sınırsız öfkesiyle bu günlük bu kadar...