“Fezleke”nin bir ve en yaygın anlamı da “Sorgu, soruşturma sonucu, özeti” demek. Polis soruşturduğu, sorguladığı kişileri savcının karşısına yollarken bir fezleke hazırlar. Savcı bu fezlekeye dayanarak karşısına getirilenleri kendisi yeniden sorgular. Fezlekede yer alan kanıtları gösterip sorular sorar. Aldığı cevaplar yeterliyse ya “koğuşturmaya gerek olmadığı”na karar verip polisin getirdiklerini serbest bırakır ya da tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevkeder. Yargıç ya da suçun niteliğine göre yargıçlar sanıklara haklarındaki savcının (polisin değil savcının) iddialarını okuyup savunma yapmalarını ister. Aldığı cevaplara göre ya “Tutuklanmalarına gerek olmadığı”na karar vererek sanıkları tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakır ya da yasada yazan tutuklama gerekçelerine uyarak tutuklar ve tutukevine (cezaevine değil tutukevine) yollar.
Sonra savcı iddianamesini hazırlar ve iddianamenin sanıkların yüzlerine karşı okunmasıyla yargı aşamasına geçilir. Sonuç ya beraattır, ya savcının istediği cezaların aynen ya da ağırlaştırılarak ya da hafifletilerek verilmesidir. Bu durumda mahkumlar cezalarının infazı için cezaevine (tutukevine değil cezaevine) gönderilirler.
Kitap böyle yazıyor.
Hukuk fakültelerinde bu, böyle okutuluyor.
Gel gör ki o kitabı okuyup, o kitabın okutulduğu hukuk fakültelerini bitirip, diploma alıp savcı ve yargıç iskemlesine kurulanların pek çoğu (ama pek pek pek çoğu) böyle uygulamıyor.
Son dönemde güncel olan, gazete sayfalarında sık sık yer alan hangi davayı ele alırsanız alın, hemen hepsinde polisten gelen fezlekeler –galiba okunma zahmetine bile girilmeden- şüphelileri tutuklama talebiyle mahkemeye sevk için yeterli sayılıyor. Tutuklama kararını verecek mahkemelerde yargıçlar –galiba bırakın savcılığın iddialarını, fezlekeleri bile okuma zahmetine girmeden- tutuklama kararı veriyor. Ondan sonra polis fezlekesine göre tutuklanan yurttaşlar, özellikle genç yurttaşlar, hele hele öğrenciler altı aydan az olmamak üzere demir parmaklıklar ardında duruşma gününün gelip, yargıç karşısına çıkmayı bekliyorlar. O ilk duruymaların çoğunda da kimlik tesbiti, savcılık iddianamesinin okunmasından sonra, “Tutukluluk halinin devamına, tahliye taleplerinin gelecek duruşmada ele alınmasına…” denerek tutuklular yeniden ve ne kadar süreceği belli olmayan bir süre için hapishanenin yolunu tutuyorlar.
Örnek istemezsiniz umarım.
İstemeyin de..
Hangi birini sayayım ?
Karargâh davasını mı, Oda TV davasını mı, KCK davalarını mı, protesto gösterisi, yürüyüşü, basın açıklaması yapan öğrencileri mi?..
Yoksa ev ve büro baskınından tutuklama kararına kadar geçen bütün süreçlerde yasanın bağlayıcı hükümlerini hiçe sayıp “hukukun ırzı” ile oynanan son avukat tutuklularını mı?
Hani şu “Devletin kozmik sırlarını ele geçirip dış düşmanlara sattılar” diye yazan (yazabilen) polis fezlekesiyle kapıları kırılarak, duvarları oyularak, sabaha karşı gözaltına alınıp ardından tutuklanan ÇHD’li avukatlardan söz ediyorum.
Pekiiiii…
Polis fezlekeleri bu kadar belirleyici ise o zaman savcı ve yargıçlara ne gerek var acaba ?
Polis fezleke yazsın, fezlekede suçlananları da aracılara gerek kalmadan hapishaneye tıksın.
Yani bu gün fiilen olan resmen de olsun.
Ama biz de bilelim. “Polis fezlekesindeki saçmalıkları nasıl olsa savcıya anlatırız; orada olmasa tutuklanma talebi ile karşısına çıkarıldığımız yargıçlar anlar” gibi boş hayallerle kendimizi avutmayalım…
Polis sabaha karşı kapıyı çaldığında, geç açılırsa kırdığında, 12 Eylül Anayasasında bile yazan “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir” cümlesine nanik yapıp, kalın kazaklarımızı, yün çoraplarımızı kuşanıp doğrudan hapishanenin yolunu tutalım.
Kutsal devletimizi de fezlekeydi, sorgu tutanağıydı, savcı iddianamesiydi, mahkeme kararıydı gibi bir dizi kağıt masrafından kurtaralım.
Hem böylece cari açık da azalır. Ekonomisi şaha kalkmış Türkiye’ye biz de katkıda bulunan örnek yurttaşlar oluruz…