03 Mayıs 2024

Göçerken kendi hikâyeni de götüreceksin

80'li yıllarda New York Üçlemesi ile hayatımıza girdi Paul Auster ve günümüz insanının acılarını yazdığı metinleri, yakışıklılığı, hüzünlü bakışları ile bir daha çıkmadı. New York'u en çok onunla sevdik

Sanırım Issız Adamı bir dönem filmi olmanın ötesine taşıyan, her birimizi sinemanın karanlığı içinde kavrayıp kavuran güçlü duygularla yakalamasıydı; aşk, kendinden bile güçlü çaresizlikler, hapsolunmuş yalnızlık…

Ama beni en çok etkileyen oğlunu görmeye gelen annenin terliklerini koyacak yer bulamaması olmuştu. Şehre göçmüş adamın yeni yarattığı steril, modern dekorda annesine bile yer yoktu.

Bir dağda mucize yaratan adam olarak da tanınan, Bayburt'un Baksı köyünün tepesine dev bir sanat müzesi diken ressam, profesör Hüsamettin Koçan'ın geçtiğimiz günlerde Jülide Ateş ile Four Seasons Bosphorus'da gerçekleştirdiği söyleşide de beni yine en çok göç, gurbetlik meselesi etkiledi.

O gün sanattan, Cumhuriyet'ten, 68 kuşağından, gurbetten konuşuldu ve en önemlisi giderek artan iç ve dış göçten.

68 Kuşağı halka gitmeyi hedeflemişti. Ben de o kuşaktanım. Sanat sadece kent merkezlerinde olmamalı, diye düşündüm. Meksika'dan da etkilendim. Orada merkezin dışına çıkılmaya başlanmıştı. Ama sanırım en itici güç babamın gurbette olması, hasret, yabancılaşma, beklemeydi.

Ulusal göçler, uluslararası göçler; herkes göçüyor. Gitmek fena bir fikir değil aslında. Eskiden delikanlılar kız verilmeyince gurbete kaçarlardı; gurbet bir kurtuluştu. Artık bir çok sebepten göç ediliyor ama bakıyorum yeni hayatlarında annelerine bile yer yok. Yeniden başlamak istiyorlar. Ne var ki hikâyelerini birlikte götürmüyorlar. Zengin olanlara bakıyorum değişmeye çalışıyorlar ama o donanıma sahip değiller. Sahip oldukları malzemeleri de geride bırakmışlar. Bir döşeğim vardı evden getirdiğim. Eskiciye verilmiş. Bir gün Beşiktaş'ta bir dükkanda rastladım ona. İçindeki yünü gösterecek şekilde dükkanın önüne konulmuş. Oysa annem onu ne niyetlerle yapmıştı.

Kültürel yabancılaşma yaşıyoruz. Geride bıraktığımız değerleri küçümseyen bir tutum yaygın. Oysa tüm kültürler kıymetlidir. Kültürün altı üstü olmaz. Özgün içerik üretmektir önemli olan.

Bir sürü cami yapılıyor ama özgün değil; hepsi taklit. Bir de Sultanahmet'e bakın.

Babam öldü, köye gittik. Bir baktım konaklar yıkılmış, evler küçülmüş, herkes bir televizyon almış dizi izliyor. Ortak alanlar, ortak muhabbet gitmiş. Kadınlar için yeni kuracağımız merkez bu yüzden önemli. Köyden şehre göçen kadın şehre katılamadı. Bir kısmı köye geri döndü. Hayata katılacağı bir ortam olması gerekiyor. Köy çok önemli. Ben bütün birikimimi Almanların kurduğu Güzel Sanatlar Fakültesi'nden ve köyden edindim.

Benim hikâyem köydü. Herkesin bir hikâyesi olmalı. Hikâyenin iyisi kötüsü yok. Hiç kimsenin hikâyesi bir diğerinden değerli değil. Önemli olan kişisel bir hikâyen olması.

Haşarı bir öğrencim vardı; sürekli bir arayış içinde resminde. Babası TIR şoförü. "Kızım bunlar senin şansın, bunları çizsene" dedim. Çünkü kendi gerçekliği ile yüzleşemiyor. Muhtemel daha iyi bir hikâye için saklanıyor. Oysa her hayat büyük bir laboratuvardır.

Şimdilerde fazlasıyla başarı taçlandırılıyor. İnsanlar başkalarının hayatını izlemekten kendi hayatlarını ıskalıyorlar. Kimse dinlemiyor, herkes konuşuyor. Kendine inanan çok az, özünü saklayan çok. Köylülüğünü saklayan çok.

Tükettiklerimiz üzerinden kimlik oluşturmaya çalışıyoruz. Oysa değerli olan üretmek. Köyde üretim vardır. Harman kaldırılırken anne, kızının eli boş kalmasın, o da katılsın diye yanına küçük bir şey koyar.

Hayatta da sanatta da binlerce yıllık deneyimlerle bugüne geldik. Sanat tarihinde mağarada çizilenlerin de yeri vardır.

Eğitim sistemimiz sorunlu çünkü siyasetçinin kapasitesi sorunlu. Geleneği koruyan yenilikçi bir bakış açısı lazım. İnsanı geleceğe taşımak için ne yapıyorsun, bütün mesele bu. İşgalci öğrenci de oldum fakülte dekanı da oldum. Esas olan yukarından bakmak değil, bireyin katılımını sağlamak. Siyasetçinin sorunları çözmeye adanmış masum ve vicdanlı olması gerekir.

Paul Auster: Kimse New York'u onun gibi anlatamadı

80'li yıllarda New York Üçlemesi ile hayatımıza girdi Paul Auster ve günümüz insanının acılarını yazdığı metinleri, yakışıklılığı, hüzünlü bakışları ile bir daha çıkmadı. New York'u en çok onunla sevdik.

Roman yazarı olduğu kadar büyük bir sinema sevdalısı çok iyi bir senaryo yazarıydı. Smoke mesela, William Hurt ve Harvey Kietel ile ne güzeldi.

Romanlarında rastlantı ve kader, şans önemli yer tutardı. Bir romanındaki karakter bir başka romanında karşınıza çıkıverirdi. Şans eseri yaşıyorduk ve o çok küçükken bunun farkına varmıştı.

Son romanı Baumgartner'i 73 yaşında hastane yatağında yazdığında başında müzisyen kızı Sophie, şair-yazar karısı Siri Haustvedt vardı. Damadının çektiği bir fotoğrafı hatırlıyorum, resim altı şöyleydi: "Kanser ülkesinde vakit geçiriyorum ve meydan okuyorum. Beni istediğin yere götür."

Meydan okuyacak gücü vardı, çünkü henüz o büyük trajedi yaşanmamıştı.

New York ve Brooklyn hayatının merkezi gibiydi. Evine davet edilmeyi başaran çevirmen arkadaşıma sorduğumda: "Dik, kahverengi, loş, normal bir ev" demişti. Market kuyruğunda elinde karnabahar ile sırasını çaldığı ve kaba davrandığı arkadaşım ise "Çok antipatik, artık onu okumam" buyurmuştu...

Trump döneminde verdiği bir söyleşide ABD'den de dünyadan da insanlıktan da umudunu kesmiş gibiydi, ağlıyordu resmen.

Zor çocukluk

Paul Auster'in hayatı zordu. Newark'ın dış mahallelerinden birinde Polonya göçmeni anne-babadan dünyaya gelmişti. Üç yaşındayken aileye giren kız kardeş onda büyük bir travma yaratmış, uzun süre psikolojik sorunlarla boğuşmuştu. Ailede sorunlar bitmiyordu, anne babası o lise son sınıftayken boşandı, çocuklar annede kaldı.

Genç Paul tepkici bir tipti, lise mezuniyet törenine gitmedi: "Sınıf arkadaşlarım cübbe ve diploma ile poz verirken ben Atlantiğin öte yakasındaydım" diye yazdı. İki üç ay Paris, Roma, Madrid gezdi durdu.

İlk evlilik

ABD'ye dönünce Columbia Üniversite'nde okumaya başladı ve burada daha sonra evleneceği meslektaşı Lydia Davis ile tanıştı. Bu arada takma isimlerle çeşitli dergilere makaleler yazıyordu. Okulu bitirdikten sonra yeni maceralara yelken açtı. Esso Florencee petrol tankerinde çalışmaya başladı. 1971-1974 arasında tankerde çalışarak biriktirdiği paralarla Paris'e gitti. Özel dersler vererek, film senaryoları, makaleler yazarak sürünerek geçirdiği birkaç yıldan sonra ABD'ye döndü.

Paul ABD'ye dönünce sevdiği kız ile evlendi. Maddi durumu yine çok kötüydü. Bu arada 1977 yılında oğlu Daniel doğmuş, ailecek kırsal bir bölgeye taşınmışlardı. Parasızlıktan artık yazı yazamıyordu. Çeşitli işlerde şansını denedi. "Aksiyon beyzbolu" adında bir kart oyunu icat etti ancak oyun New York Oyuncak Fuarı'nda battı.

Genç çift bu çetin şartlardan mı bilinmez birkaç yıl içinde boşandı. Paul 1981 yılında şair, yazar, çevirmen Siri ile evlendi ve şansı dönmeye başladı. 1985'te yayımlanan Cam Kent ile gelen başarıyı New York Üçlemesi takip etti ve onu dünyanın en önemli edebiyatçıları arasına soktu.

Giderek kült bir yazar olan Paul Auster'ın yakın arkadaşları arasında Wim Wenders ve Woody Allen da vardı ama en çok vakit geçirdiği arkadaşı Philip Roth'tu. Sohbetleri eşsizdi,entelektüel düzeyi yüksek bir muhabbeti mutlaka popüler kültür ile beziyor gürültülü kahkahalar atıyorlardı.

Auster, Amerika'nın sosyalizme ihtiyacı olduğunu düşünen bir liberaldi. Trump seçildiğinde destekçilerini "cihatçılarla" karşılaştıracak kadar ileri gitti: "Tüyler ürpertici bir olay" dedi.

Ama ülkesini terk etmeyi hiç düşünmedi. Şehrine, mahallesine, karısına aşıktı.

Recep Tayyip Erdoğan'a muhalefetten hapis cezasına çarptırılan yazarlarla dayanışma için Türkiye'ye gelmesi için yapılan daveti reddetti.

2009 yılında İsviçre'de tutuklandığında Roman Polanski'nin bırakılmasına yönelik dilekçeyi ilk imzalayanlardan birisi oldu. Bu iki tutumundan dolayı bayağı bir eleştiri aldı.

Hayatı dramdı

Ünlü, yakışıklı ve (artık) paralı bir yazardı ama Paul Auster'ın hayatında dram hiç eksik olmadı. Yazarın yıllardır görmediği oğlu Daniel 14 yaşından beri uyuşturucu bağımlılığı ile mücadele ediyordu. En sonunda da 44 yaşında 10 aylık kızının ölümüne yine uyuşturucu yüzünden sebep vermişti. Yargılandı, suçlu bulundu ve kendini affetmeyerek aşırı doz ile yaşamına son verdi.

Kanser ile bile dalga geçmeyi başaran Paul Auster bu dram ile başa çıkamadı

Son romanında karısı ölen bir profesörün hayata tutunma çabasını anlatırken: "Birbirine aşkla bağlı çiftlerden birisi terk-i diyar ettiği zaman başlar, geride kalanın hikâyesi… Sadece evin içinde değil, ruhunda da kocaman bir boşluk kalmıştır. Yas süreci başlar. Şu hepimizin bildiği yasın beş evresi. Önce inkâr, sonra öfkelenir, sonra pazarlık eder, ardından depresyon takip eder ve son…" diye yazmıştı. Ölümünden sonra yaşanacakları biliyordu.

Bizim için büyük bir yazar arkadaşları için cömert ve kahkaha tufanı bir adamdı.

Yazarın Diğer Yazıları

Hükümetlerin, savaşların zulmüne uğrayan yazarlar, şairler

Uluslararası PEN hükümetlerin - savaşların zulmüne uğrayan yazar ve şairler hakkında bir rapor yayımladı

"Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene

Mazisi silinenlerin ülkesi olduk

Niyetim bıkmadan usanmadan yaşadığımız topraklarda insanların giderek sığınabilecekleri rutinlerinin, mekanlarının elinden alınmasına dem vurmak