ŞARKI SÖYLEYEN KADINLAR
Yönetim ve senaryo: Reha Erdem
Görüntü: Florent Herry
Müzik: Arvo Pratt
Oyuncular: Binnur Kaya, Philip Arditti, Aylin Aslım, Vedat Erincin, Deniz Hasgüler, Kevork Malikyan
Yapım: Atlantik Film
Reha Erdem’in son filmi gerçekten şaşırtıcı. Yönetmenin tüm ustalığını bir kez daha en görkemli biçimde gösteren, ama ayni ölçüde de seyirciye geçmesi neredeyse olanaksız gözüken, sonuç olarak böylesine soğuk ve itici bir film nasıl ayni potada birleşiyor?
Bu tıpkı Hayat Var gibi bir ‘su filmi’. Bir Marmara adasında geçen (ve Büyükada’da çekilmiş), etrafı suyla çevrili bu klostrofobik mekandaki o gizemli evi ayrıca klostorofobisine katan film, bu duyguyu adanın bitkisinden hayvanına tüm doğasına geniş biçimde eğilmesine karşın sonuna dek koruyor. Ada üstelik yaklaşan bir depremin tehdidi altındadır, sakinleri birer ikişer çekip gitmektedir ve zaman zaman gelen sarsıntılar, sanki kötü akibetin habercisi gibidir.
Toplam sekiz- dokuz kişi arasında geçiyor film... Evin sahibi olan yaşlı, huysuz, hizmetçisi ve aşçısı Esma sayesinde ayakta kalabilen Mesut. Mesut’un oğlu, birden –tıpkı adadaki atlar gibi- tuhaf bir hastalığa tutulan ve neredeyse ölüm haline geldiği halde babasının kronik nefretinden kurtulamayan Adem... Adem’in yanında getirdiği, herşeyini ona vermiş, ama yepyeni ufuklara kanat açmak için çırpınan karısı. Komşu evde yaşayan ve adalılara elinden gelen tedaviyi yapan yaşlı ve bunalımlı bir doktor.
Doğayla gizemli bir ilişki kurmuş, sürekli bir geyik gördüğünü sanan (ve sonunda gerçekten gören), belki de büyücü yeteneklerine sahip Esma, çam ormanında yürürken kırmızı eşarplı gencecik bir kıza rastlar: Meryem. Ve onu alıp eve getirir, doktor da onu yardımcı olarak alır. Meryem’in peşinde haşin ve manyak görünümlü bir genç adam vardır. Adem’in karısının peşine ise iskelede sigara ikram ettiği bir serseri düşer. Sigara vermiştir ya, demek ki yatmaya da hazırdır!... Adem’in krizleri giderek çoğalırken, iki yaşlı adam, Mesut ve doktor, yanıbaşlarındaki ‘taze et’in peşine düşer, genç kadınlara asılmaya başlar. Bu arada ada sokaklarında elinde kayıp oğlunun resimleriyle dolaşmakta olan acılı bir anne, huzuru bozduğu için polis tarafından gözaltına alınır!..
Özetlemeye çalıştığım tüm bu karakterlerin ve ilişkilerinin birçok metafor içerdiği ve hem yönetmene (sonsuza dek uzanabilecek) sayısız söyleşi yapmak, hem de seyirciye çözecek bol bulmaca sunmak gibi işlevleri olduğu açık. Yaklaşımlar dinsel metaforlardan felsefi simgelere uzanabilir. Ama en karmaşık filmin bile içermesi gereken temel bir öge olduğuna hep inanırım: seyircisini perdeye bağlayabilmek, 128 dakika boyunca (filmin süresi) onun ilgisini çekebilmek... İşte burada filmin başarısı gerçekten tartışmaya açılabilir.
Aslında Erdem yine önemli şeyler başarmış. Öncelikle filmin görsel yanı, bir kez daha değişmez görsellik ustası Florent Herry’nin de katkısı, ama büyük ölçüde yönetmenin seçimleriyle, tümüyle olağanüstü. Doğayı tüm yaşayan varlığıyla birlikte –bitkiler, çiçekler, hayvanlar, böcekler- kavraması ve bunu filmin çok genel biçimde içerdiği bir inanç temeliyle bağdaştırması, filme apaçık bir ‘panteist’ boyut katıyor. O yaralı, hatta can çekişen atlar, o ölüm döşeğindeki beyaz kısrak, o haince öldürülen köpek (bu hayvanlara zarar gelmediğine inanıyorum –belki Ömür Gedik peşine düşer!), sanki ilahi bir dünyanın yaratıklarına dönüşüyor. Erdem’deki bu doğa sevgisi ve tutkusu hep vardı. Ama en son Jin ve bu filmle doruğuna ulaştığı söylenebilir.
Benzer şeyler -hatta zaman zaman Halit Ergenç’in sesinden duyduğumuz vecizeleri örtmek ve işitilmez hale getirmek pahasına aşırı kullanımına rağmen- Arvo Pratt’ın tanrısal tınılı müziği için de söylenebilir.
Ama bu olumlu yanlara karşın, filmden taşan genel hava ve edinilen sonsal izlenim, aşırı entelektüel, ukala ve narsistik bir yapım olduğu. Erdem’in tüm filmlerini çok sevmiş biri olarak rahatça söylüyorum; bu kez herşeyin dozu fazla geliyor. Bu ‘kıyamet ortamında’ birbirine kilitlenen kişisel kaderlerin düğümü birtürlü çözülmüyor, filmden hiçbir mesaj çıkmıyor, geriye hiçbir önemli temel izlenim kalmıyor. Jin’de olağanüstü bir saflığa, bir ‘kendine rağmen siyasal filme’ dönüşen o yalın ve berrak anlatım, bu kez aşırı bir Reha Erdem barok’una kurban edilmiş gibi duruyor. Yönetmenin en çok Kosmos filmine benzeyen ve ondaki gizemli atmosfere yaklaşma çabası, bu kez yeterince denetlenememiş bir büyük ve tutkulu projede istenen başarıya ulaşamıyor.
Hiçbir yönetmene akıl öğretmek benim haddim değil. Hele Reha Erdem gibi bir ustaya...Yine de şunu yazmak isterim: Erdem içindeki bu coşkun barok eğilimi, bir filmde çok şey söylemek ve anlatmak içgüdüsünü denetlemeli. Ve Aaay’dan Beş Vakit’e, Hayat Var’dan Jin’e o aslında yalın öyküleri büyülü dünyalara yerleştirme çabasını sürdürmeli. Daha verecek çok başyapıtı var onun!...Ama her şeye karşın filmin yine de görülmeye değer olduğunu söylemeliyim. Hele onun takipçileri tarafından...