12 Ocak 2024

Hitchcock izleri taşıyan tipik bir Fransız filmi

Aşkın böylesine bir kine dönüşmesini şimdiye kadar bu denli iyi veren bir başka film görmedim!...

NARSİSTLE AŞK

X X X ½

(L'Amour et les Forets / Just The Two of Us)

Yönetmen: Valerie Donzelli
Senaryo: Audrey Diwan, Valérie Donzelli
Görütntü: Laurent Tangy
Müzik: Gabriel Yared
Oyuncular: Virginie Efira, Melvil Poupaud, Virginie Ledoyen, Nathalie Richard, Bertrand Belin, Romane Bohringer, Dominique Reymond, Philippe Uchan, Laurence Côte, Marie Rivière, Guang Huo, Matthieu Rozé

Fransız filmi, 2023

Éric Reinhardt imzalı ve 2014'te yayımlanmış ilginç bir romandan uyarlanan bu Fransız yapımı, son Cannes festivalinde yarışma-dışı olarak gösterilmiş ve büyük ilgi görmüş. Burada da hak ettiği ilgiyi alabilmesini dilerim. Çünkü özellikle kadın sorunlarının ön plana çıktığı günümüz Türkiye'sinde -ve de dünyasında- böyle bir film insanları gerçekten düşünmeye itebilir. En azından gerçek bir vicdan sahibi olanları... Başta bizzat kadınlar olmak üzere...

Fransızca adı (yani asıl adı) Aşk Ve Ormanlar olan hikâye, her ne kadar bir erkeğin yazdığı romandan yola çıkıyorsa da, iki kadın yazar tarafından uyarlanmış ve bunlardan biri de yönetmiş. İyi de olmuş: Kadınların derdini en iyi yine kadınlar bilir!..

Film belli olmayan bir tarihte (sonradan dönem üzerine ipuçları verilecektir) Fransa'nın Normandia kıyılarında denize bakan görkemli bir partide başlar. Blanche Renard ve ikiz kızkardeşi Rose ortalığı birbirine katmaktadırlar. Blanche bir Fransızca öğretmenidir ve delişmen kardeşi, onu uygun gördüğü bir erkekle tanıştırıp mutlu kılmayı kurmuştur. Birden karşısında çekici bir erkeği bulur Blanche: Gregoire Lamoureux... Aslında pilot olmak istemiş, ama sonunda bankacılığı seçmiş -ya da zorunda kalmış... Belli bir yaşta; ama çekici, konuşmayı bilen, kadın tavlamanın tüm sırlarına vakıf gözüken bir erkek... Zaten soyadı da 'aşık' anlamına geldiğine göre... Ondan iyisi olabilir mi?

Böylece bir ilişki başlar. Elbette seks de... Film bu sahneleri açık, ama olabildiğince estetik biçimde verir. Öylesine ki, keşke onca sekse dayalı filmde de daha çok kadın yönetmen olsaydı... demeyi düşünebilirsiniz. Ayrıca bu yeni çift birlikte Fransızca 'chanson'lar bile söylerler. Sanki bir Jacques Demy filmindeymiş gibi... Ve iki güzel çocukları olur. Büyüğü kız, küçüğü oğlan...

Ama ikinci yarıda işler giderek bozulur. Kısa adıyla Greg diye çağrılan koca, karısını kıskanmaya başlar. Çok daha kötüsü, onu kendi ailesinden ayırıp uzaklara götürür: taşrada Metz veya Nancy kentlerine... Üstelik gidilen yerde bir bahane bulup, onu yalnız bırakmaya kalkışır. Bu artık içine tam anlamıyla kuşkunun, güvensizliğin giderek nefretin girip yerleşeceği bir ölü evliliktir.

Arada kardeşi Rose –ki zaman zaman kardeşinin çocuklarının bakımını yüklenir- kendi hayatını kurmayı dener: Uzak Doğulu bir gençle söz keserek... Ama Blanche için artık mutluluk yoktur. Öylesine bir şeytan girmiştir ki erkeğiyle aralarına... İntikam için onu aldatmayı dener; ormanda yaşayan David adlı hayli sempatik bir yaşlı adamla yatarak... Ama Greg bunu da keşfedecek ve eziyetin dozunu arttıracaktır. İlişki öyle bir düzeye varır ki, adam şunu söyler: "Böylesine bir canavara dönüşmeme izin vermen için beni gerçekten seviyor olmalısın!" Aşkın böylesine bir kine dönüşmesini şimdiye kadar bu denli iyi veren bir başka film görmedim!...

Bu arada film yer yer dönemin zamanı üzerine ipuçları sunar: sürekli dinlenen radyo, eski tarz Singer dikiş makineleri, eski model arabalar... Geçmişten kimi anlar, özellikle Blanche'ın zihninde canlanan kısacık sahnelerle hatırlanır. İkinci yarıda işin içine onu sürekli dinleyen bir kadın psikiyatr girer ve öğütler verir.

Ve böylece zaman geçer. On yıla yakın bir süre... Çok yönlü bir final bizi bu maceranın sonuna ulaştırır. Sonuç olarak izlediğimiz, aşkın en farklı yüzleri; tutkunun ölümcül bir nitelik almasının öyküsüdür.

Bir yabancı eleştirmen film için "Hitchcock tarzı çekilmiş bir Eric Rohmer filmi sanki" demiş. Ne kadar doğru... Film sanki bir ölçüde imkansız gözüken bu buluşmayı yerine getiriyor. Bunun için, daha önce değindiğim 'kadın eli' ögesi başı çekiyor.

Virginie Efira yalnızca kusursuz bir Blanche portesi çizmekle kalmıyor; kardeşi Rose'u da oynuyor. İnanması zor; ama öyle... Gregoire'da bir dönemin çok sempatik, aynı ölçüde de iyi oyuncusu Melvil Poupaud harika... İtiraf edeyim: Ne onun filmde olduğunu biliyordum, ne de görünce tanıdım!.. Farkına varınca, tam sürpriz oldu. Ayrıca yaşlı sevgili David'de Bertrand Belin, siyahi doktorda Selif Cisse ve tüm oyuncular da gayet iyiler.

 Demek ki şu sıralarda gösterilen en iyi ve özgün filmlerden biri. Bence kaçırmayın.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

Yazarın Diğer Yazıları

Film yok... Onun yerine, şundan bundan!..

Sevgili gazetem Cumhuriyet tam 100. yılını kutlamış. Cemal Reşit Rey kongre salonunda ve görkemli bir geceyle... ‘Mış’lı konuşuyorum, çünkü tam 27 yılımı verdiğim, bana öğrettiği gazeteciliği, kafama yerleştirdiği tüm ilkelerimi bugün T24’teki barış, hak, adalet, hukuk aramaya çabalayan muhalif yazılarımda kullandığım halde... Evet, tüm bunlara karşın; oradaki birçok ‘dostuma’ rağmen... Belki de ‘düşmanlarım’ buna engel oldu

İstanbul'da yaşamanın artı ve eksileri üzerine

Bu yazıyı yazmamın baş nedeni İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin çıkardığı aylık derginin Nisan sayısı oldu. İstanbul Bülteni adını taşıyan ve AVM'ler ya da metro istasyonlarında bulunan bu dergide, İmamoğlu'nun sevgili kentimize kattığı güzellikler öylesine iyi anlatılmıştı ki...

Kaderin elinde sönüp giden bir şarkıcının dramı

Özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden...