Siz katınızı seçtiniz mi? Seçmediyseniz birisi sizin adınıza seçiyor çünkü. İnsan insanın kurdudur. M.Ö.195 yılında Plautus’un söylediği, Hobbes’in Leviathan’daki felsefesini anlatmak için kullanılan bu sözü biraz düşünelim. 2000 yılda ne değişti? Bugün hala insanlar diğer insanları çiğ çiğ yemiyor mu? Üst katta yapılan şatafatlı düğünü eleştirdiğimizde bir taraf oluyoruz. Ama o esnada alt katta düğüne giden yolların neden tıkalı olduğunu soranlardansanız alt taraf oluyorsunuz.
Bugün sosyal medyada birbirini tanımayan, bilmeyen, birbirinin hikayesine aşina olmayan insanlar birbirilerini yiyorlar. İletişimin A, B, C’sidir. İnsan toplumsal ilişkilerinden soyutlanmış düşünülemez. Ünsal (Oskay) Hocam anlatıyordu; atomize olmuş kentin kalabalığından kurtulmak isteyen insan, köyünden gelen tarhanası, tuttuğu takımın galibiyeti ile yoğun insan ilişkilerinin yaşanabildiği taraftarlık duygusuyla kent ortamındaki sarsıcı etkileri dengelemeye çalışır. İnsanla ilişkilerin daha güvenli olduğunu düşündüğü küçük toplulukları, “memleketini” ya da “köyünü” özleyen kişiler kaygılıdır ve kaygıları insanları kültürel olarak daha tutucu yapabilir.
Yani diyor ki Ünsal Hocam, insan kendisini ve ailesini korumak gibi bir idealle taraftarlık duygusuna sarılır. Tuttuğu takım ona güven verir, eskiden yaşadığı memleketlisi olan insanlar ona güven verir, sinemada kendi gibi gördüğü karakterleri izlemek ona güven verir. Ünsal hocam bunları 1997’de yazıyor ve hala haklı.
“Kötü yaya, arabama çarptı!”
Haberlerde bir araba kazasını gösterdi. Kadın şoför bir yayaya çarpmış, haber boyunca yayayı hiç görmedik. Kendisine çarpılan yaya olayın asıl mağduru olarak gösterilmedi çünkü. Mağdurun hayattaki yerinin nasıl değiştiğinin müthiş bir örneği. Kadın arabasından iniyor ağlıyor. “Baba, baba, bak arabamı ne hale getirdi” diyor. Babası kazayı duyunca hemen olay yerine koşmuş olmalı. Arabayı ne hale getiren kişi çarpılan yaya! Yaya nerede haberde? Yaya yok. Yaya nerde? Ağaca çıktı. Ağaç nerde? Balta kesti. Balta nerde, suya düştü. Çünkü bugünün mağduru şoför. Çünkü yaya, arabasını ne hale getirdi şoförün, çünkü yaya bir anda yola atladı. O zaman trafik kurallarını tekrar gözden geçirmeli. Zira ben “trafikte hemen arabanın önüne atlayan yayalar ezilebilir özellikle de arabayı ne hale getirenler” diye bir kural hatırlamıyorum. Ama artık yazılı olmayan kurallar bu yönde.
Her alan kendine bir galip bir de mağlup yaratıyor artık. Örneğin Game Of Thrones dizisini severek seyrediyorum. Bu, bir grup tarafından sitayişle karşılanırken diğer grup tarafından son derece itici bulunuyor. Yani ya bir taraftayım ya diğer… Benim sevmeyenlerin yanında sevmiyormuş gibi davranıp sevenlerin yanında seviyormuş gibi yapan arkadaşlarım var, bu insanın üstüne ne saçma bir yüktür.
Ya da Notre Dame kilisesinin yanışını izliyor ve çok üzülüyorum. Hatta gözyaşlarımı tutamıyorum. Ama ertesi gün Haydarpaşa Garı’nın yandığına da en az Notre Dame kadar üzüldüğüme ikna etmem gerekiyor insanları. Hangisine daha çok ağladım diye soruluyor. Yoksa üzüntüm samimi bulunmuyor. Üzüntüleri ve acıları da çarpıştırıyoruz artık, ipi göğüsleyen tarafını seçmiş oluyor.
Pardon siz en çok hangi yangına ağladınız?
Ben Notre Dame derseniz bir tarafsınız, Haydarpaşa diyenler diğer tarafa. İkisine de ağladığımıza ikna edemiyoruz insanları. O zaman acaba değerler mevzuna da mı el atsak? Mesela “noter onaylı üzülme” diye bir kavram pekâlâ işimizi görür.
Renoir ve Monet’nin resimlerine baktığımda arkadaşlığı düşünüyorum. İnsanların birbirlerini ezip geçmek, birbirine galip gelmek istemediklerini. Camus’yü hatırlıyorum. “Arkamdan yürüme; önderlik edemeyebilirim, önümden yürüme takip edemeyebilirim. Sadece yanımda yürü ve arkadaşım ol.” Peşinden koşarak kovalamak zorunda kalacağımız insanlar olmasın, bizi arkadan çekiştirenler de. Yanı başımızda elimizi sıkı sıkıya tutanlarımız çok olsun istiyorum, çok mu?
Olmasa da oldu!
Bu ikiye ayrılmaya sosyal medyanın çok çanak tutabildiğini düşünüyorum. Birbirini görmeden, karşındakinin gözlerine bakmadan atıp tutabilmek çok kolay. Ancak insani ilişki kurabilmek için bundan fazlasına ihtiyacımız var.
TRT televizyonlarında “Aşağıdakiler ve Yukarıdakiler” diye bir dizi vardı. Yıllar içinde Downton Abbey’de benzer bir hikâye anlatımını gördük. Türkiye’de dizilerin salkım salkım çoğalmasının (“proliferation”) sebeplerinden biri olan Asmalı Konak dizisinde de… Ve ardından aslında her 3 diziden birinde. Kültür kuramlarında temsil deyince “mimetik” ve imitation gelir akla. Başka bir deyişle dizilerde temsil edilen mi gerçektir yoksa bu temsil ediliş biçimi sebebiyle mi aşağısı/yukarısı ayrımı gerçek olmuştur?
Bugün insani ilişki kurabilmek için bile hangi katta olduğumuzu bilmeye ihtiyacımız var. Üst katta mıyız? Alt katta mı? Yoksa üst kata çıkmaya çalışan merdivenin basamaklarında mı?
Kulakları çınlasın AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’un; galiba hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama fark edemedik☺