Zehirlenen köpeklerin cansız bedenleri sokakta yatıyor. Aklıma anneannemin karanlıktan, hayaletlerden korktuğum bir gece söyledikleri geliyor. “Ölülerden ne zarar gelir insana yavrum, insan dirilerden korkmalı!”
Sadece bu da değil. Geçen hafta Bağdat caddesinde işlenen cinayetin perde arkasını okuduğumda yine aynı cümleyi duyuyorum kulaklarımda. Cinayetten 3 gün sonra o kafede kahve içiyorum ve garsonla sohbet ediyoruz. “Uyuşturucunun sonu budur işte” diyor. Cinayetin bir Susurluk vakası gibi nerelere uzandığı ile ilişkili haberleri okumamış. Ama “sokaklar artık çocuklarımız için güvenli değil” diye anlatıyor. Çünkü sokaklar, her daim ne yapabileceğinden korkmamız gereken insanlarla dolu.
Elias Canetti, Kitle ve İktidar kitabında “insanı bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan bir şey yoktur” diyordu. Bu kitabı okuyalı 10 yılı geçmiştir. O zaman tümden kendi korkularımı ifade ettiğini düşündüğüm bu cümle artık eskisi kadar beni ve korkularımı anlatmıyor. Oysa aynı yıllarda Lovecraft’ın edebiyatta doğaüstü korkuları anlattığı kitabında da benzer bir ifade vardı dikkatimi çeken. “Korkunun en eski ve en güçlü biçimi bilinmezden korkudur.”
İnsanın sınıflandıramadığı, adlandıramadığı her zaman pekala korku unsuru olabilir. Tanpınar ne diyordu; “bir dolap uzakta, azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan”. Nasıl anlamam bu cümleyi? Küçükken epey korkaktım, hala daha da bazı zamanlar karanlıktan, yalnızken duyduğum tıkırtılardan, gördüğüm kötü rüyalardan, karabasanlardan korkarım. Ama bugün tanımlayamadığım ve sınıflandıramadığım şeylerden daha çok, bilge anneannemin dediği gibi dirilerden yani insanlardan ve onların yapabileceklerinden korkuyorum.
Lady Jane Grey’in İdamı tablosu, Paul Delaroche tarafından 1833’te yapılan bir tabloydu. Tablo ertesi sene Paris’te sergilendiğinde olağanüstü bir ilgi ile karşılanmıştı. Ressam, resmin gerçeklere dayanmasını istemiş ve sadece 9 gün kraliçelik yapabilen Lady Jane’in idamını okuduğu hikayelerden resmetmişti. Lady Jane Grey, VIII. Henry’nın kardeşinin torunuydu. Aynı zamanda o dönem kral olan İngiltere ve İrlanda Kralı VI. Edward'ın da kuzeni. Tudor hanedanının bir üyesiydi. Protestan ahlakı içselleştirmiş bir eğitim almıştı. Kral hastaydı ve kardeşi Mary erken yaşta tahta çıkacak gibi görünüyordu. Ancak Jane’in babası, kralı ikna etti. Jane’in kocasının nüfusu ise kralı bile etkilerdi. Protestan bir kraliçenin İngiltere için daha iyi olacağına dair inanç sadece 9 gün sürdü. Tahtın asıl sahibi olduğunu düşünen Mary tahtı geri aldı. Önce Jane’in kocasını idam ettirdi. Kuzenini bir kuleye kapattı ama Protestanların isyan etmesi üzerine Jane de idam edildi. 9 günlük kraliçenin hikayesi 1936 ve 1986 yıllarında 2 kere de filme çekildi. Tabloda Jane iç elbisesiyle, gözleri bağlı bir biçimde oturur. Aslında gözleri bağlı olduğu için nereye oturacağını tam bilememenin tedirginliği vardır. Jane, beyaz iç giysisi içinde masumiyetin ve kırılganlığın sembolüdür. Nedimeler üzgündür ve ne yapacaklarını bilemez şekilde ağlamaktadır. Jane’in kolundaki John Brydges Jane’in kapatıldığı kuledeki askerlerden biridir. Anlatıldığına göre Jane, gözlerini kendi bağlamış, idamına metaletle yürümüştür. Henüz 16 yaşındaki Jane gözlerini bağladıktan sonra metanetini kaybetmiş, başını yaslayacağı sehpayı bir türlü bulamamış, bulamadıkça daha çok korkmuştur. Aristoteles açıklasaydı, muhtemelen Jane’in o an umudunu kaybettiğini söylerdi.
Henry James’in kitabı “Yürek Burgusu”na bakalım. Kitap 1961’de filme de uyarlandı. Kitap, anne ve babalarını kaybeden iki çocuğa bakması için amcalarının bir mürebbiye tutmasıyla başlar. Mürebbiye evin içinde hayaletler görür, çocuklar bu hayaletleri görmediklerini söylese de mürebbiye çocuklar Miles ve Flora’nın bu hayaletlerle iletişime geçtiklerine emindir. Sonuçta çocukları korumak için onlar üzerinden her geçen gün daha sıkı bir hakimiyet kurmaya başlar. Okumaya başladığımda önce yarım bırakmayı düşündüğüm ardından sayfaları okudukça araya gündelik hayatın içinden unsurları eklediğim bir kitaptı. Gündelik hayatın unsurları derken şunu kastediyorum. 2 sayfa oku, çay koy, 4 sayfa oku, camdan bak:) Aynı taktiği Shining’i bir lisans ödevi olarak incelediğim zaman da uygulamıştım. Korku türünden adı gereği korkan benim üzerimde hep işe yaradı.
Ama bugün, bu yaşımda, Birdbox filmini hayli beğenmiş olsam da, daha tanımlanabilir olandan korkuyorum.
Tanımlanabilir korkuların birçoğu konforlu hayatımızın bize hediyesi aslında. Güvenlik korkularımız, hijyen korkularımız, itibar korkularımız, yalnızlık korkularımız medya tarafından da oldukça kaşınan bir korku türü. Ama medya bazen korkacağımız şeyler hakkında bizi korkutmazken bazen de korkmamamız gereken şeyler üzerine çokça yazıyor. Aslında bugün birçok haber ‘87 yılının “Sakallı Bebek” haberi. Aslı yok, haber değeri yok ama olmaması gereken korkuyu besleyerek oldurmaya çalışıyor. Çünkü korkuyu yaymak gücü elinden tutmaktır.
Night Shayamalan’ın “Köy” filmini anımsayalım. 19. Yüzyılda geçtiğini düşündüğümüz filmin başlangıcında tatlı bir köy görürüz. Herkes birbirinin acısıyla ağlar, sevinciyle sevinir. Sadece kırmızı renk yasaklanmıştır çünkü köyün dışındaki canavarlar kırmızı renkte harekete geçecektir. Oysa film ilerledikçe köyün bir kurgu olduğunu ve yaratılan canavarların aslında gençlerin köyden çıkmak istememesi adına uydurulan fantazmalar olduğunu görürüz. Yaratılan korku insanlarca salınır. Kendi yaşam biçimlerinin, tercihlerinin başka herkesinkinden daha iyi olduğunu düşünen insanlarca.
Bu hayatta en çok, başkasını kendisi kadar önemsemeyen insandan korkuyorum. Yaptığı tercihleri mutlak tercihmiş gibi sunan ve kendi seçimlerini başkalarına diretenlerden de. Başkası adına, onun yaşayacağı hayat adına karar verenlerden de. Kendi gibi olmayanlara yaşam hakkı tanımayanlardan, bizden olmayan zaten olmasın diyenlerden. Ve sakallı bebeklerden, hayaletlerden korktuğum günleri özlüyorum. Ölüler diyarının hikâyelerini, yaşarken gördüklerimle kıyaslayınca asıl gotik edebiyatın bugün yaşadığım günde gerçekleşiyor olduğuna ikna oluyorum.