Evde 6 kişiyiz. Aylardan Temmuz, hava çok sıcak, akşamüstü saatleri. Günün yorgunluğunu atmak için hepimiz bir köşeye yayılmışız. Çalışmaktan yorulmuşuz, konuşmaktan yorulmuşuz, yürümekten yorulmuşuz, yeni seyrettiğimiz harika dizi The Marvelous Mrs. Maisel’i tartışmaktan yorulmuşuz.
En çok ulaşılabilir olmaktan yorulmuşuz.
Ama yine de herkes eline telefonunu almış, oyalanıyor. Benim telefonumun ise şarjı yok, kapanmış. Etrafıma bakıyorum. Sadece vakit geçirmek için telefona bakmak mümkün olmuyor elbette. Sürekli ulaşılabilir olmak sizi bambaşka bir dünyanın içine çekiyor. Almak istemediğiniz haberleri her an alabileceğiniz, “hemen” cevaplamanız gereken o e-postayı daha fazla bekletmemeniz gerektiğini anladığınız an anlıyorsunuz ki bu yeni dünyada boş zaman kavramı bambaşka.
Bugün çevremi saran dijital kültür beni 24 saat ulaşılabilir kılıyor, telefonun bir süre çalmadığında onu “çalışıyor mu” diye kontrol etmek çok tanıdık.
Kendimiz olmayı unuttuk
Bir kavram var “presence bleeding”. Bu kavram varlığından taşma anlamını taşıyor. Hani Facebook story’de arka sıraya düşmemek için sıklıkla fotoğraf ya da video yüklemek gerekir ya. Zira görünür olmak, görünürde kalabilmek herkesin seni görebildiği bir dünyada mümkün. Görünür olmak, oyundan düşmemek, geri kalmamak, her şeyden biraz istemek, hiçbir şeyden vazgeçememek. Melissa Gregg, iş yaşamı için geliştirdiği ve günlük yaşamın zaman ve mekân sınırlaması ortadan kalktıktan sonra bile nasıl iş merkezli hale geldiğini anlattığı makalesinde bu kavramından bahseder. Bu kimliğinden taşma hali, her durum ve yer için bir “persona”mız yani maskemiz olduğunu söyleyen Jung’un teorisini bir adım ileri götürür. Varlığından taşma hali sosyal medya ile birlikte gerçek kimlik haline gelir.
Varlığından taşma 7/24 bir maskenin ardına sığınma halidir. Buna göre anın kıymetini bilemeyen, kendimiz olmayı unutan insanlara dönüşürüz.
Çevrimiçi olma, hayatımızın özeti
Şöyle anlatmak isterim:
Çocukken, babamın eve geldikten sonra da iş yapması gerektiğini hatırlamıyorum. İşi olduğu zamanlar eve geç gelirdi zaten. Gece yarısı gelen telefonlar, sürekli kontrol ettiği e-postalar yoktu. Bunları olumsuzlamak için söylemiyorum ama bu değişim bir şeyi alıp götürdü bizden. Kişisel zamanımızı neye ve nasıl harcayacağımıza kendi karar verişimizi.
Her şeye ve herkese yetişmeye çalıştıkça, hiçbir şeye ve hiç kimseye tam yetişemez hale geldik.
Online presence / çevrim içi olma durumu genel olarak hayatımızın özeti durumunda. Sıklıkla çevrim içi olduğumuzda değil, çevrim içi olamadığımız durumlarda bunu açıklama gereğini hissediyor oluşumuz ve çevrim içi olmaktan uzaklaşmaya çalışarak kendimize küçük boşluklar yaratma çabamız bu sebeple anlaşılır olmalı. “2 gün e-postalarıma cevap veremeyeceğim” epey tanıdık bir cümle.
Çalışma kişinin kendisine ve sahip olduğu ağlara bağlı bir hale gelince bir çarkın dişlileri oluveriyorsunuz. Hayatınızın tek bir anını feda etseniz sanki işler rayından çıkacakmış gibi hissediyor oluşumuz bu sebeple.
Zeus’un yarattığı insanlarda 4 kol, 4 telefonu aynı anda kullanabilir. 4 bacağın her birinin üzerine bir tablet ya da laptop yerleştirilir. Zeus ileriyi görmüş ve önlemini almış olmalı!..
Kamusallığın yerini “ağlar” aldı
Çevrimiçi olma durumunu hem sosyalleşmenin ayrılamaz bir parçası hem de yönetmemiz gereken bir izlenim süreci olarak değerlendirmemiz gerekli. İnsanları bağlayan bağların “ağlar” olduğu düşünülürse aslında ağlarda gidip gelen, ağları bozup yeniden yapan örümcekler olduğumuzu düşünmek yanlış olmaz. Ve ben hiç ağ örmeyi bırakan bir örümcek görmedim!..
Bauman bir söyleşisinde kamusallığın yerini ağların aldığını söylüyor ve ekliyordu: Artık ilişkileri 2 olgu ayakta tutuyor. Connect/çevrimiçi olmak ve disconnect/çevrimdışı olmak durumu. Aslında iki evren paralel yaşıyor gibi diyecektim ama bir dakika. Çevrimdışı olan evren büyük ihtimalle diğerine paralel olacak kadar hızlı koşamıyor.
“Dünyanın gerçekliğini bize sunulan haliyle kabul ederiz” diyordu Truman Show’un yapımcısı.
Kendi varlığından taşma hali, yaratılan ve oluşturulan aynı zamanda yönetilen “yeni sen”in daha doğrusu senin dijital ortamdaki yansımanın sanaldan gerçeğe ve gerçekten sanala akışı hali…
Biz bu yeni dünyayı bize sunulan haliyle kabul ediyor ve onun üzerine soru sorma haklarımızdan da vazgeçiyoruz zaman zaman. Zamanımız nereye gidiyor? Neden sürekli bir işle meşgulüm? Neden hep çalışsam bile yetişemiyorum? Telefonun yeni özelliği bana bir anda cevap veriyor: “Bu hafta ekran süren ortalama 1 saat 44 dakika”. Of, cevap beni bir tokat gibi sarsıyor.
Oysa ağın dışı çok güzel!
Neredeyse insanın görünmediği, kendini göstermediği zaman, kendi bilgisini ya da kendine gelen bilgiyi nakledip yansıtmadığı zaman işlevi sorgulanabilir halde. Black Mirror dizisinin 3. Sezonundaki “Yılbaşı” özel bölümünde ana karakterimizin mahkûm edildiği cezadan kurtulmak için polise yardım ettiği ancak sonunda cezaların en kötüsünü alarak cezalandırıldığını görürüz. Dizi boyunca kişilerin sizi kolaylıkla kendisi için “çevrim – dışı” kılabilme özelliği şunu yapar; sizinle iletişim kurmak istemediklerinde ya da hoşlarına gitmeyen davranışınızı sürdürdüğünüzde herkes sizi “block”layabilir. Görünmez olursunuz sonunda ama bunu siz seçmemişsinizdir. Dolayısıyla bu tam anlamıyla bir dışarıda bırakılma halidir. Dizinin sonunda ana karakterimizin cezası da “block”lanmak olur, yani görünür olamamak.
Toplumun tek geçer akçesinin “görünürlük” üzerine kurulduğu bir dünyada birine tümüyle çevrimdışı kalacağını söylemek, bunu cezaların en büyüğü yapar elbette.
Tek gerçeğin “ağın” içinde kalmak olduğu bir dönemin en büyük cezası ağın dışında kalmak olur tabii ki!
Oysa ağın dışı güzeldir. Orada yüzyıllık yalnızlıklar, budalalar, dalgalar vardır. Orada bir Hammershoi resmine uzun uzun bakabilme ihtimali belirir.
Ağın dışı bize uzaktan göz kırpar ve tek yapmamız gereken çarkın bir dişlisini gevşek bırakmaktır.