30 Temmuz 2022
Kırk küsûr yıl önce, 1980'li yılların başında kendinizi izah etmek ve memlekete samimi bağlılığınızı dile getirmek üzere ziyaret ettiğiniz Atina Büyükelçiliği günlerinden bugüne sizi en önde gelen bir yazar ve sanatçımız olarak izledim. "Kaplanın Sırtında"yı, son dönem edebiyatımızın en güzel eserleri arasında yer alan "Leylâ'nın Evi," yahut "Kardeşim ve Ben" düzeyinde yeni bir eserle karşılaşacağım ümidiyle edindim. Ne var ki, bambaşka bir "şey" karşıma çıktı. Sadece bir roman" yazdığınız yolundaki açıklama ve iddialarınız, ne sizi aydın sorumluluğundan kurtarır ne de bize neye sebebiyet vermiş olduğunuzu anlamazdan gelme kolaylığı sağlar.
Buradaki mesele, İkinci Abdülhamid ile Jön Türkler arasında taraf tutmak değil, ülkemizde maalesef kutuplaşmaya yol açmış bir konuda mümkün olduğunca hak yememeye çalışmaktır. Abdülhamid Bağdat Demiryolu gibi çok kritik bir konuda cesur davranmış ve doğru kararları vermiş, döneminde eğitim alanında güçlü hamleler yapılmıştır. Fakat, haklarında söylenmedik şey bırakmadığınız Jön Türkler de resmetmeye kalkıştığınız gibi değildirler. Jön Türkler, adetâ, pazarda kimsenin sahip çıkmadığı, kimsesi de kalmamış bir çocuk gibiler... Sağdan geçen de kafasına bir şaplak patlatıyor, soldan geçen de...
Gazetelerinde "obituary," yani topluma mâl olmuş isimlerin hayat ve gayelerinin, neyin peşinden koştuklarının vefatlerini müteakip değerlendirildiği bir köşe olmayan, bunun yerine ailelerin verdiği dev ilânlarla yetindiğimiz ülkemizde hakkaniyet duygularının da aşındığı ortadadır.
Mevcut kutuplaşmayı gidermek istediğinizi söylüyorsunuz. Abdülhamid'in Batılı zevklerinin tarafınızdan ortaya konulmuş olmasının bu yolda katkı sağlayacağı umut edilir. Fakat iş Jön Türkler'e gelince, iyi bir yazarın harekât alanı olan tüm o gri dünyayı yok sayıyor, ancak basit zıddiyetler içinde düşünen birisi gibi taraflardan birini bazen hayranlıkla anlatırken, diğer tarafın kahramanlarını hınçla yerin dibine vuruyorsunuz. Ne olmuş oldu şimdi? Elinizde sonradan kuşandığınız bir kılıçla önemli değer ve sembolleri yere attınız. Halbuki, önem verdiğimiz çok şey kaleminizin maharetiyle gök yüzüne doğru yükselebilirdi...
Jön Türkler tarih sahnesine gecikmeyle çıktılar. Aydınlanma'yı bütün Orta Doğu olmasa da Türkiye'ye getirebilme gücündeki bir siyasi hareket, önce 1908 Devrimi'nden hemen sonra Avusturya-Macaristan'ın zaten pratikte Abdülhamid döneminde elden çıkmış olan Bosna-Hersek'i ilhakı, bilahare İtalya'nın Trablusgarp'a hiçbir şekilde kışkırtılmamış saldırısıyla daha kundaktayken boğulmaya kalkışıldı. Ocak 1913'e kadar parçalı halde ellerinde tuttukları, Temmuz 1912'de tamamen yitirdikleri iktidarları, 23 Temmuz 1908 günü İkinci Meşrutiyet'in ilânıyla başlamış olsa da, dünya siyaset ve diplomasi tarihinde bir devrim olarak kabul edilen ve Fransız-Rus Antantı'nı tamamlayan 1907 İngiliz-Rus Antantı'yla birlikte diplomasiye esneklik tanıyabilecek tüm esaslı unsurlar 1908'den önce zaten yitirilmiş, Avrupa gittikçe keskinleşecek ölçüde iki kampa bölünmüştü. İngiltere ve Fransa, bundan böyle askerî gücüne ihtiyaç duydukları Çarlık Rusyası'nı memnun etmek için her şeyi yapacaklardı, en kolay şey de Osmanlı memalikini söz vermekti. Rusya'nın olduğu yerde Osmanlılar olamazdı...
Abdülhamid'in sözde denge politikalarını büyük siyaset-büyük strateji sınıfına sokmak anlamsızdır. Her türlü melanet peşindeki Sefaret tercümanlarının, o çoğu edepsiz dragomanların girip çıktığı, her yerde at koşturdukları, en yüksek düzeyde kabul gördükleri yerden büyük siyaset çıkmaz! "Sarayburnu" tabirinin dahi kullanılamadığı, her tarafını hafiyeler sarmış bir ülke de büyük siyaset üretemez. Birinci Dünya Savaşı'na girişimiz ve Ermeni Kıtalı meseleleri, bu yazının sınırlarında özenle ele alınabilecek konular değildir. Lâkin, bize ait olan her suç kabul edilmeli, bize ait olmayan hiçbir suç kabul edilmemelidir.
Herhalükârda, İkinci Abdülhamid'in siyasi manevralarla Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü geciktirdiği fikri; dünya siyasetiyle satranç gibi oynadığı; büyük devletleri birbirlerine düşürttüğü; dünyayı parmağında oynatmış bir imparator olduğu ve 33 sene Osmanlı devletini yaşattığı; genç Hürriyetçilerin vatansever olduklarını zannederek Osmanlı İmparatorluğu'nun çözülmesine hizmet ettikleri doğru değildir. "Bu aptal çocuklar," ince siyaset bilmedikleri için birçok yeri elden çıkartmış ya da çıkmasına neden olmuş da değillerdir. En temel tarih bilgilerini bir kenara atar, popüler olduğunu gördüğünüz her şeyin yanına geçerseniz, tarihin içinden geçemezsiniz.
İlginç... Maria Callas da La Scala'da Renata Tebaldi hayranlarınca ıslıklandığında, "kaplanın sırtından inmemek için her şeyi yapacağını" söylemişti. Elimizdeki "Kaplan'ın Sırtında"nın ana gövdesini oluşturan 1912'de Balkanlar'da gerçekten ne olup bittiği anlaşılmadan bugünkü Türkiye'nin de anlaşılması; memleketin şuuraltı birikiminin içinden geçilmesi de mümkün değildir. Bu kavrayışa varabilmek için de birinci şart, harbin siyasi arka planını görebilmektir.
1912-1913 Balkan Harpleri'nde karşımıza çıkan Balkan müttefiklerinin her biri mitolojik ve diğer tüm öğeleri barındıran kuruluş felsefeleri ve benimsemiş oldukları genişlemeci ideolojilerinin gerekli kıldığı üzere, halklarını zıpkın gibi büyük çatışmalara hazır ve disiplin içinde tutuyorlardı. Her biri "Büyük Sırbistan", "Büyük Bulgaristan", "Büyük Yunanistan" gibi ayrı bir megalo idea peşine düşmüş; yıllardır silahlanmaya büyük kaynaklar ayırmış ve güçlü subay sınıfları yetiştirerek birer demir leblebiye dönüşmüş bu ülkelerdeki siyaset ve diplomasi eliti, ancak genişleme ve büyüme süreci içerisinde olabileceklerine inanıyordu. Bu zihin yapısı her yere hâkimdi... Kiliseleri ayrı tutulmaya devam edilmiş olsaydı bize saldırılarının da engellenmiş olabileceği fikri koca bir safsatadan ibarettir.
İttifak müzakereleri bir müddettir devam etmekteydi. İtalya'nın 28 Eylül 1911 günü Trablusgarp saldırısı başlar başlamaz, Bulgaristan müzakerelerde Makedonya'nun kime geçeceği hususunda daha esnek davranmaya hazır olduğunu Sırbistan'a bildirmiş, neticede Rusya'nın müzakereleri kolaylaştırıcı diplomasisi ve hakemliğinin kabul edilmesiyle Balkan İttifakı ortaya çıkmıştı. Müttefiklerin planlarına uygun olarak, Birinci Balkan Harbi 8 Ekim 1912 günü başlamış, Yunanistan'ın savaşa dahil olmasından hemen önce, 14 Ekim günü Girit milletvekilleri alay-ı vâlâyla Yunan meclisinden içeri girmiş ve Ada'nın Yunanistan'a ilhak edildiği (Enosis) açıklanmıştır.
İttihat ve Terakki'ye hükümetten el çektirilmesini hedefleyen, her zaman İngiltere'nin Osmanlı içine saldığı Truva atı gibi hareket etmiş Prens Sabahaddin'le de çok yakın ilişki içindeki Halaskâr Zabitan grubu baskılarını arttırmış, nihayet hükümete askeri bir muhtıra verilmesi, aynı zamanda Halil Menteşe ve Halit Ziya Uşaklıgil'in evlerine tehdit mektupları bırakılmasını takiben, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin desteklediği Küçük Sait Paşa hükümeti 16 Temmuz 1912 günü istifa etmek durumunda kalmıştı. 20 Temmuz günü de kısa süre sonra yeniden Sadaret makamına getirilecek olan Kâmil Paşa gibi İngiltere'nin dostu olarak bilinen Gazi Ahmed Muhtar Paşa Sadrazamlığa getirilmiştir.
Kısaca, Jön Türkler Balkan Harbi başladığında üç aydır iktidarda değillerdir. Fakat, siz 1908-1918 arasını yekpare görmeyi yeğlediğiniz için bu en önemli hususun farkında değilmiş gibi, baştan aşağı tarafgir ve hak gözetmeyen tarzınızla üzerine gittiğinizi iddia ettiğiniz kutuplaşmayı daha da derinleştirmiş oldunuz.
Sebepli sebepsiz, rastgele Jön Türk karşıtlarından oluşan toplama, dolayısıyla bütüncül bir disiplin ve irade ortaya koymakta zorlanacağı baştan belli olan yeni hükümet, Balkanlar'daki gelişmelere son derece yüzeysel bir yaklaşım göstermiş, 5 Ağustos günü de Meclis'i lağvetmiştir. Bir yandan muhalif askerler önemli görevlere getirilirken, diğer yandan da amansızca güdülen bir düşmanlıkla Cemiyet yanlısı genç subaylar tasfiye edilmiş, Osmanlı ordusu tam bir kargaşa içine sürüklenmiştir. Bunlar da bilinmeyen şeyler değildir. Birçok bilimsel çalışmanın yanı sıra Tevfik Çavdar da bu durumu ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
Hükümetin Balkan İttifakı'nın varlığından bile haberi yoktu. Bilahare buna gerekçe olarak, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, bu ittifakı oluşturan antlaşma ve askerî sözleşmelerin gizli olmasını öne sürmüştür. Bu da komik duruma düşmekten başka bir şey değildir. Berlin'deki Osmanlı Büyükelçisi, bilahare İttihat ve Terakki hükümetinin Nafıa Nazırı Osman Nizamî Paşa, daha 27 Temmuz 1912 tarihinde Hürriyet ve İtilâf'ın talebiyle Dışişleri Bakanlığı'na getirilen Gabriel Noradunkyan'a gönderdiği telgrafta, Osmanlıların Balkanlar'da karşı karşıya olduğu tehlikeleri uzun uzadıya anlatarak açıklıkla ortaya koymuştu.
Yeni hükümet, Balkanlar'daki meşum işaretlere rağmen, Fransız yapımı Creusot toplarının Sırbistan'a sevk edilmek üzere Selânik'ten içeri girmelerine müsaade etmiş; terhisleri de devam ettirmiştir. Öyle ki, Eylül sonu itibarıyla, yani Balkan Harbi'nin patlamasına birkaç hafta kala, Osmanlı birliklerinin asker sayısı yarı yarıya azalmış, sonuçta saldırılara eğitim verilmemiş asker tarafından karşı konulmak durumunda kalınmış, daha ilk neticeler Osmanlılar için olabilecek en berbat şekillerde tecelli etmiştir.
Celâl Bayar'ın "Ben de Yazdım" ciltlerinde naklettiği şu olay ne kadar hazindir:
"Eski iktidar, Müşir Ahmet İzzet Paşa'nın hazırlattığı savaş planlarının yanı sıra seferberlik zamanında derhal uygulanacak tafsilatlı ve mükemmel bir iaşe ve levazım planı da hazırlamış, zamanı gelince açıp kullanılmak üzere gizli kasaya koymuştu. Daha sonra Babıâli baskını sonrasında yapılan hükümet değişikliğinde işten uzaklaştırılmış olan uzman subaylar tekrar yerlerini aldıkları vakit kasayı açmışlar, planlara el sürülmediğini derin bir hayret ve esefle görmüşlerdir. Harekât planlarını hazırlamış olan Ahmet İzzet Paşa ise Hürriyet ve İtilâf tarafından Yemen'e sürülmüştü."
Orduya politikanın nasıl sokulduğu meydandadır. Mustafa Kemal'e de bir gönderme yapmayı ihmal etmemiş, 1911'deki İttihat ve Terakki Kongresi'nde yaptığı bir uyarıya değinmişsiniz. Fakat, Atatürk'ün fikirlerinin sizin izleğiniz ve yarı-saklı imalarınızla hiçbir alâkası yoktur. Gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek istiyorsanız, Nutuk'a göz atmanız yeterlidir.
Balkan Faciası'nın müsebbiblerinden Harbiye Nazırı Nazım Paşa hazırlanmış bulunan harekât planlarından bihaber olduğu gibi, öğrenip anlamaya da çalışmamıştır. Harbiye Nazırı olur olmaz yaptığı ilk iş Goltz Paşa tarafından geliştirilmiş bulunan Osmanlı askerî doktrinini baştan aşağı değiştirmek olmuştu. Nazım Paşa, seferberliğin son derece güç şartlarda gerçekleştirilebileceğine bakmaksızın, Goltz'un ordu yoğunlaşmasının asıl savunma hattını teşkil eden Ergene Nehri üzerinde beklenmesi esasına dayanan savunma doktrinini terk ederek ofansif doktrine geçmiş, yetersiz kuvvetlerle Vardar ve Trakya cephelerinde hücum başlatmıştı. Böylece, Osmanlı ordusu akıllıca öngörülmüş olduğu gibi önce geri çekilmek varken, hazırlıklardaki eksikliğe de bakılmaksızın ileri hatlara sürülmüş, Sırp ve Bulgarlarla aynı anda çatışmaya girmek zorunda bırakılmıştı. Kumanova'da bulunan Osmanlı askerleri açlık çekerken, otuz kilometre ötede, Üsküp'te dağ yığınları halinde pirinç, fasulye, ekmek ve peksimet bulunmaktaydı. Ne yazık ki, bu tür acı veren örnekler çoğaltılabilir. Enver Paşa'nın öncülüğünde, Hükümet Edirne'yi "serbest şehir" haline getirerek elimizden çıkartacak anlaşmaya imzasını atacağı sırada gerçekleştirilen Babıâli baskını sırasında Yakup Cemil Nazım Paşa'yı vurmuş, Enver Paşa "Ne yaptın Yakup!" nidası koparmıştır.
Harbin tam ortasında 29 Ekim 1912 günü 80 yaşındaki Kâmil Paşa akıl almaz şekilde Sadrazamlığa yeniden getirilmiştir. Halide Edip Adıvar'ın ifadesiyle tüm hareketlerine İttihat ve Terakki düşmanlığı hâkim olan Kâmil Paşa, derhal 250 Jön Türk liderinin tutuklanması için emir vermiş, takip eden günlerde taşra ve İstanbul'da yüzlerce İttihat ve Terakki mensubu tutuklanmıştır.
Balkan Harpleri'ndeki büyük yenilginin esaslı nedenlerinden biri de Ege'de hiçbir hakimiyetimizin kalmamış olması, bu cihetin asker ve malzeme naklinde kullanılamamış olmasıdır. Evet, Yunanlıların Averof zırhlısı Ege'yi kontrol ediyordu. Malûm, Alatini'de "eline silâh alıp savaşmak istediğini" iki kez anlattığınız Abdülhamid'in iktidarı sırasında donanma çürümeye terk edilmişti. 27 Ekim 1914 günü saat 15.45'de Kilyos Kısırkaya'dan çırpıntılı Karadeniz'e çıkan Yavuz'un dalgalanan işaret sancaklarında "Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği için elinizden gelen her şeyi yapınız!" sözü bu yüzden bulunuyor, "Karadeniz, gelen düşman değil biziz, Barbaros'un hafidiyiz" sözü bu yüzden söyleniyordu...
Yer, tarih, zaman ve zemin gözetmediğiniz için Selânik'in de İttihatçılar yüzünden düştüğünü ima etmiş oluyorsunuz. Bunun da gerçeklikle bir alâkası yok... Tahsin Paşa İttihatçı olmadığı gibi, İttihatçılarla arası da yoktu. Buna karşılık, münhasıran insanlara mahsus küçük günahlar ve anlayışla karşılanabileceği inancında olduğunuz bir vesvese ve vehim yüklediğiniz, lâkin her fırsatta güzellemeler yaptığınız Abdülhamid'e atfettiğiniz tek büyük suç, Mithat Paşa'nın Taif zindanlarında boğdurulması... Fakat kitabın sonuna doğru Abdülhamid karakterinize Mithat Paşa'nın "İngilizlerin has adamı olduğunu bildiğini" söyletip, bunu dahi elden bırakıyorsunuz. İngilizlerin asıl has adamları Balkan Harpleri'nde iktidardaydı!
31 Mart olaylarında kaç Jön Türk'ün ve Meclis-i Mebusan üyesinin öldürüldüğünü dahi söylemeden cinayetleri tek bir tarafa yüklemek de doğru değildir.
Sizden askerî tarih yazmış olmanızı bekleyen kimse yok! Fakat niçin Jön Türkleri beceriksiz, yabancıların oyuncağı olarak tanımlıyorsunuz? Niçin, hangi hakla, hangi nedenlerle ve hangi bilgilerinize istinaden bu derece yanlı, baştan aşağı tahrifata dayalı bir kitap yazdığınız suali hep ortada duracaktır. Netice itibarıyla hep Türkiye'ye tuzaklar kurmuş, Jön Türk'lerin yeminli düşmanı, Turhan Selçuk'un resimli roman kahramanı Abdülcanbaz'a bir Osmanlı tokatı patlattırdığı İngiliz Sefareti Dragomanı Fitzmaurice, devamlı surette Türkiye'nin Avrupa'da yeri olmadığını savunan Buxton Biraderler ve dönemin İngiliz müesses nizamının yarı-resmî ağzı, The Times'ın Editörü Valentine Chirol'un ve o dönemin daha sayısız Türkiye karşıtının yanında durup dururken saf tuttunuz. Ne mutlu ki, o karşıtların hepsi Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetinin; Milli Mücadelemizin zafere eriştiğini gördü. Bunların hepsi 29 Ekim 1923 günü hayattaydı!
Sizin gerçek ardıllarınız, sizin hür olmanız için mücadele etmiş olanlardır! Abdülhamid'in ruhunu bu kadar maharetle çağırabildiğinize göre, Theodorakis'in ruhunu da çağırın ve sorun: Acaba "Kaplanın Sırtında"da ne yapmak istediğinizi, neyin peşine düştüğünüzü anlayabilmiş midir?
Gün ışığı karanlıklarda kurgulanmış her şeyi aydınlığa çıkartır... Zaman hükmünü icra eder.
Altay Cengizer kimdir? Emekli Büyükelçi. Boğaziçi Üniversitesi mezunu olup, 28 Şubat 1979 tarihinde Hariciye'ye intisap etti. 1870-1914 Avrupa siyasi tarihi üzerine uzmanlaşarak, LSE'den Uluslararası Tarih konusunda Master derecesi kazandı. Columbia Üniversitesi'nden Kriz İdaresi ve Uyuşmazlıkların Çözümü konusunda diploma sahibi. 2007-2009 döneminde Henry Kissinger tarafından kurulan Harvard Üniversitesi Center for International Affairs üyesi olarak Boston'da bulundu. Merkezde ve dışarıda çeşitli görevlerin yanı sıra, BM New York Daimi Temsilciliği'nde Daimi Temsilci Yardımcısı; Duşanbe ve Dublin'de Büyükelçi; 2016-2021 yıllarında ise UNESCO Nezdinde Büyükelçi-Daimi Temsilci olarak görev yaptı. 22 Ekim 2019'da İspanyol rakibine karşı seçimleri kazanmasını müteakip, 53 yıl sonra ikinci defa bir Türk vatandaşının seçildiği UNESCO Genel Konferans Başkanlığı görevini 30 Kasım 2021 tarihine kadar deruhte ederek, bilahare görevini yerine seçilen Brezilya Daimi Temsilcisi'ne devretti. Çeşitli konularda çok sayıda makalesi bulunan Altay Cengizer, aynı zamanda "Adil Hafızanın Işığında: Birinci Dünya Savaşı'na giden Yol ve Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu" (Doğan Kitap ve Ötüken Neşriyat'tan iki farklı basım) başlıklı kitabın yazarıdır. Son defa, Şubat 2022'de "Incipient Awareness: The First World War and the End of the Ottoman Empire" başlıklı kitabı Londra'da yayımlandı. |
"Hedef, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak, Avrupa’nın sona erdiği değil, başladığı yer olmaktır! Bu Osman’ın gördüğü rüya, Fatih, Kanuni ve Atatürk’ün yoludur"
© Tüm hakları saklıdır.