Özellikle Ege, Marmara ve Akdeniz'in sahil kesiminde bir süredir esasında sosyolojik ama hukuk, kamu yönetimi ve siyaset bilimi boyutu da olan sorunlar yaşanıyor.
İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerden ve hatta Anadolu'nun iç kesimlerinden buralara ciddi bir talep var. Talebin yarısı İstanbul ve Ankara'dan hemen pılıyı pırtıyı toplayıp temelli buralara göçmek isteyenlerden. Diğer yarısı ise, şimdilik yazlık veya ikinci konut olarak ama ileride mümkün olduğunda da temelli gelmek niyetli buralarda kendilerine bir yer arayışında olanlardan.
Potansiyel "doğu-batı" sosyolojik yaşam tarzı savaşı
Buralarda kendilerine yer arayanların büyük kısmının bilinç altındaki düşünce, ülkenin "seküler, modern ve Batılı" yaşam tarzını benimsemiş bu kurtarılmış bölgelerinde kendilerine şimdiden bir yer ayırtarak, ileriye yönelik bir tür sosyolojik güvenlik ihtiyacını gidermek. Toplumda ileride bir zaman eninde sonunda kaçınılmaz gibi görünen "Orta-Doğulu/İslami muhafazakâr" yaşam tarzı ile "Batılı seküler/modernist" yaşam tarzı arasındaki potansiyel çatışmada kendini konumlandırma ve safını belli etme arayışı. Nitekim böyle bir potansiyel sosyolojik çatışmanın en sıcak ve bu nedenle en güvenliksiz "cepheleri" İstanbul ve Ankara gibi büyük kentler olacağından, Batılı-modernist kampın çoluk çocuğu için en güvenli cephe gerisinin Ege'nin sahil kesimi olacağı kesin gibi.
Buralara talep artınca da ekonomi biliminin kuralları işliyor ve kaçınılmaz olarak ev ve arsa fiyatları yükseliyor. Bunun sonucunda da daha başka sosyolojik tartışmalar ortaya çıkıyor. Buraların "yerlileri" bir yandan İstanbullu-Ankaralıların öncesinde para etmeyen yerlerini yüksek fiyatlardan almasından memnun oluyor. Diğer yandan, bu "büyük şehirlilerin" kendi mütevazi ve kısmen kendine yeten doğal yaşam tarzlarını küçümseyip, saygısız, doyumsuz ve konformist büyük şehirli yaşam tarzlarını empoze etmelerinden büyük rahatsızlık duyuyorlar. Durum öyle bir hale gelmiş ki, Çeşme, Urla, Foça gibi Ege küçük kentlerinde ciddi bir İstanbullu "antipatisi" oluşmuş durumda. Yerel platformlarda "İstanbullu Ankaralı gelmesin artık buralara!" tarzı kampanyalar başlamış.
Kim daha "yerli"?
Buraların "yerlisi" olmak kavramı da ayrıca ilginç. Nispeten en asli "yerli" ama sayıları az "Yörük/Türkmen"leri saymazsak, kendilerini asıl "yerli" olarak görenler Balkan göçmenleri. Birinci Dünya ve Balkan savaşları sonrası mecburen geldikleri bu topraklarda, Milli Mücadele veya mübadele sonrasında yine mecburen buralardan ayrılan Rumlardan boşalan yerleri haklı olarak yeni yurtları bellemişler. Sonradan Anadolu'nun başka yerlerinden ve şimdi de büyük şehirlerden buralara gelenleri "dağdan gelip bağdakileri kovanlar" olarak görmeleri sosyo-psikolojik açıdan anlaşılır olsa da, tarihsel olarak aslında çelişkili.
Hukuksal olarak ise, Anayasa'da seyahat ve yerleşme hürriyeti var. Ülke içinde kimse kimseye "buraya gelme, yerleşme!" diyemez. Çözüm, "İstanbullu Ankaralı gelmesin!" demekte değil; gelenlerin buraların doğasına uygun, düzgün ve çevre dostu yatay kentleşmesini sağlamada. Bunun için en büyük görev ise belediyelere düşüyor.
Belediyeler ne kadar "halkçı"?
Maalesef buraların belediyeleri halkçı belediyecilik yapamıyor. Sahilleri bile halka açamıyor. Yerel mafya sahilleri illegal olarak halka kapatmış; birçok yerde halkın malını sadece tuzukuruların girebildiği pahalı mekanlara dönüştürmüş. Belediyeler de valilikler kaymakamlıklar da genellikle bunlara göz yumuyor, engel olmuyor. Aslında hukuken kiralama değil, işgal cezası niteliğinde olan ve halkın kamu malını kullanmasına bilakis iyice engel olan "ecrimisil" gelirine tamah edip, sahilleri iyice halka kapatıyorlar.
Cumhuriyet hukukunun en halkçı kanunlarından biri Kıyı Kanunu'dur. Bu kanuna göre tüm kıyılar halkındır. Kıyılar, sahiller, plajlar halkın kullanımına kapatılamaz. Hatta kıyıdan 100 m. mesafeye bina yapılamaz; halka açılması zorunludur. Ama gelin görün ki ülkedeki en az uygulanan kanun da belki bu kanundur. Yıllardır yerelde iktidar olan parti ile uzun süredir ulusal bazda iktidar olan partinin en istikralı oldukları şey, bu kanunu uygulamak için ciddi çaba sarfetmemektir! Oysa biri "halk" için diğeri "millet" için siyaset yaptığı iddiasındadır.
İstisnaları vardır mutlaka. Genelleştirmek doğru olmayabilir. Ama Türkiye'deki en tehlikeli ittifak, rantı yüksek sahil kesiminde yerelde iktidar olan parti ile ülkede iktidar olan parti ileri gelenlerinin bu sahil beldelerindeki rant ittifakıdır. İçlerinden iyi niyetli ve halkın menfaatini düşünenler mutlaka vardır. Ama buraların sahil rantı o derece yüksek ve baştan çıkarıcıdır ki, gerek belediyelerdeki siyasetçiler, gerek merkezi hükümetin buralardaki temsilcileri vali ve kaymakamlar bu rantın oluşturduğu siyasi baskıya genelde direnemezler.
Sonuçta sivrisinekle bile mücadeleden aciz belediyeler buraların yağmalanmasını önleyemez ve önleyemiyor da.
Umalım ki önümüzdeki yıllarda Türkiye'de siyaset "normalleşir" de, salt Atatürkçülük, dindarlık, Türkçülük, Kürtçülük, modernlik, muhafazakârlık gibi kimlikler ve yaşam tarzı üzerinden siyaset yapmak yerini objektif hizmet yarışı üzerinden adil rekabetçi politikalara bırakır. Böylece tüm ülkedeki gerek ulusal gerek yerel siyaset, kimin daha modern veya dindar olduğu eksenindeki "haksız rekabet"ten kurtulur. Siyaset, adil rekabetçi hizmet ekseninde yeniden kurgulanır. Böylece kendisini Atatürkçü hisseden sahil kesimindekiler de belki evlerinde artık sivrisineksiz oturabilir ve sahillerde rahatça yürüyebilirler!