20 Kasım 2024

İki bakan, iki farklı performans: Milli Eğitim ve Dışişleri

Batı dünyasının laiklik dahil, demokrasi, hukuk ve insan hakları standartlarına uymayı ayak bağı gören siyasi iktidarların ülkeyi Batı’dan uzaklaştırmasına izin vermemek, bu ülkenin gelecek kuşaklarına karşı en önemli borcumuzdur

Biri, yeni Başkanlık sisteminin bakanlar için öngördüğü rolün tam tersini yapıyor.

Laikliğe saldırabilmek ve eğitim alanını tarikatların etkisine terk etmesini perdeleyebilmek için, 80-90 yıl öncesinin kulaktan dolma abartılı suçlamalarına sarılarak, şimdiki ana muhalefet yönetimine karşı en ucuz siyasete yelteniyor.

Muhalefetle siyasi polemiğe giriyor. Cumhurbaşkanına selam çakabilmek adına, siyasette “kraldan çok kralcı” olmaya soyunuyor.

Diğeri, tam da başkanlık sisteminin gerektirdiği tarzda bakanlık yapıyor.

Hem muhalefetle gereksiz siyasi polemiklere girmeden, bakanlığını teknik uzmanlıkla yönetme çabasında. Hem de Cumhurbaşkanına dış politika belirlemede altyapı sağlıyor ve dış politikaya doğru istikamet çizilmesine ustalıkla katkı vermeye çalışıyor.

Yeni sistemde bakanların konumu

2017 Anayasa değişikliği ile geçilen yeni anayasal sistemde bakanların hukuksal, idari ve siyasi konumu yeniden belirlendi.

Bakanların bu yeni konumu ise aslında parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçildiği için, kendi içinde tutarlı.

Yani başkanlık sistemine geçilip parlamenter sistemin terkedilmesi “iyi mi oldu kötü mü oldu” tartışması başka konu.

Ama madem anayasal tercih bu yönde oluştu, bu yeni sistemin gereğinin yapılıp yapılmadığının da sorgulanması gerekir.

Peki yeni sistemin bakanlara biçtiği bu kendi içinde tutarlı konum ne?

Siyasi açıdan, artık yeni sistemde bakanların siyasi bir kimliği yok.

Gerek göreve devamlarında gerekse görevden alınmalarında Parlamento’nun artık dahli ve yetkisi kalmadı.

Hükümet adına alınan siyasi ve idari nitelikli kararlarda da artık bakanların imzası yok.

Eski sistemde (Parlamenter sistem) hükümetin en üst düzeydeki siyasi ve idari nitelikli kararları (Bakanlar Kurulu Kararları) tüm bakanlarca imzalanmadan yürürlüğe giremiyordu.

Dolayısıyla bu olgu bakanlara önemli bir siyasi kimlik de veriyordu.

Ayrıca bakanların gerek göreve devamları (güvenoyu) gerekse görevden alınmaları (gensoru) Parlamento’nun onayına bağlı idi.

Bu olgu da bakanlara siyasi bir kimlik atfediyordu.

Yeni sistemde ise bunların hiçbiri yok.

Hükümet adına alınan kararlarda imza yetkileri yok. Güvenoyu ve gensoru yok.

Bakanların sadece Yüce Divan’da yargılanmaları için Parlamento izni gerekiyor. Bu da siyasi kimlikle ilgili olmayan istisnai bir durum.

Yeni sistemde bakanların siyasi bağlama girebilecek tek fonksiyonu, Hükümet adına siyasi konularda tek bağlayıcı karar alma yetkisine sahip olan Cumhurbaşkanının (CB) o bakanlığın görev alanı ile bağlantılı konularda alacağı siyasi kararlar için politika oluşumuna altyapı ve teknik destek sağlamak. Yani politika hazırlamaya yardımcı olmak.

Bunun dışında yeni sistemde bakanların tek fonksiyonu idari fonksiyon.

Yani başında bulunduğu bakanlığın en üst konumdaki idareciliği.

Bir anlamda artık bakanlar yeni sistemde CB’nin en üst düzey bürokratları konumundalar.

Tabii yukarıda değinilen ve CB’ye politika belirlemede yardımcı olma ve yönlendirme fonksiyonunu ayrık tutarsak.

Hukuksal açıdan ise bakanlar artık yeni sistemde CB’nin hiyerarşik astı konumundalar.

Parlamenter sistemdeki başbakan ile bakanlar arasındaki “eşitler arası birinci” konum artık geçerli değil.

Cumhurbaşkanı ile bakanlar arası hukuksal ilişki tipik astlık-üstlük ilişkisi.

Bakanları göreve getirmede ve görevden almada CB tek başına ve mutlak yetkili.

Bu nedenlerle ABD gibi tipik başkanlık sistemlerinde bakanlar için devlet sekreteri deyimi kullanılır.

Siyasi kimliklerinin olmadığını ve salt idari konumlarını vurgulamak adına.

Mevcut bakanlar yeni sistemle ne ölçüde uyumlu?

Peki yeni sistemin son yıllardaki uygulamasında bakanlar Anayasa’nın kendilerine biçtiği bu yeni kimliğin hakkını verebiliyorlar mı?

Yeni sistemin gerektirdiği tarzda davranabiliyorlar mı?

Bazıları evet.

Ama çoğunluğu maalesef hayır.

Son dönemdeki performanslarına bakıldığında bakanların büyük çoğunluğunun henüz yeni sistemin bakanlara biçtiği yeni konumu anlayamadığı görülüyor.

Bu bağlamda çoğu bakan kendilerinin hala siyasi fonksiyonu da bulunduğunu sanıyor.

Hükümet adına veya hükümeti de bağlayacak biçimde siyasi açıklamalar yapabiliyorlar.

Hatta bazıları muhalefete siyasi laf yetiştirmeyi ve muhalefetle siyasi polemiklere girmeyi görevi kapsamında sanıyor.

Bazıları daha da ileri giderek, sırf CB’nin gözüne girip puan toplamak adına, muhalefete karşı CB’nin bile açıkça söylemekten çekineceği ağırlıkta siyasi söylemler geliştirmek derdinde.

Yani bir anlamda CB’nin siyasi “kalkanı” ya da “kılıcı” fonksiyonu üstlenerek “aferin” alma peşindeler.

Oysa yeni sistemin bakanlara biçtiği rol bu değil.

En olumsuz örnek: Milli Eğitim Bakanı

Örneğin Milli Eğitim Bakanına bakalım.

Kendi Hükümeti bile son dönemde gerek Atatürk’e gerekse laikliğe karşı daha ılımlı bir politika benimsemişken, laikliğe karşı bu derece saldırgan bir tutum izlemesi ve eğitim alanında tarikatlara bu derece geniş alan açmaya çalışması Hükümetinin mevcut politikalarıyla ne derece uyumlu?

Bakan olarak kendisine hükümetin laiklik politikasını belirleme ve yön çizme görevi mi verilmiş?

Cumhurbaşkanı kendi anayasal görevi olan politika belirleme görevini bu bakana mı devretmiş?

Sanmıyorum ama olduysa da zaten bu durum Anayasa’ya aykırı olur.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin

80-90 yıl öncesinin Tek Parti dönemi uygulamaları hakkında kulaktan dolma abartılı suçlamalara sığınarak şimdiki Ana muhalefet partisi ile siyasi polemiğe girmesi ve Ana muhalefet yönetimine ucuz politik söylemlerle saldırması son dönemdeki kendi Hükümeti ile Ana muhalefet partisi yönetimi arasındaki görece “normalleşme” politikası ile ne kadar uyumlu?

Vakti zamanı gelip devran dönünce, laikliğe böylesine saldırmanın ve eğitimde tarikatlara bu derece alan açmanın faturasının direkt kendisine çıkarılacağını bilemeyecek kadar tecrübesiz biri mi?

Gerçekten de yeni sistemin bakanlara biçtiği konum ve rol ile bu kadar uyumsuz bir bakan performansı bulmak zor.

Olumlu bir örnek: Dışişleri Bakanı

İtiraf etmeliyim ki Sayın Hakan Fidan Dışişleri Bakanı olduğunda şaşırmıştım.

Kendisinin tek uzmanlık alanı istihbarat olarak bilindiği için, diplomasi ve dış politika gibi özel uzmanlık isteyen bir alanda tecrübe ve teknik uzmanlık eksikliğinin sorun doğuracağını düşünmüştüm.

Gerçi kendisinin Dışişleri’nin bazı yurtdışı misyonlarında da görev yaptığı biliniyordu. Ama sonuçta bunlar herhalde istihbarat bağlantılı görevlerdi ve teknik diplomasi ve dış politika eksenli değildi.

Fakat Sayın Fidan beni gerçekten şaşırttı.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan

Dışişleri bakanı olarak hiç beklemediğim derecede olumlu bir performans gösteriyor.

Gerek İsrail-Filistin meselesi, gerek Ukrayna-Rusya savaşı gibi tüm dünyanın içinden çıkamadığı kangren olmuş dış politika sorunlarını Türkiye açısından herhalde mevcut durumda ne kadar iyi yönetilebilirse o kadar iyi yönetiyor.

Türk-Rus ilişkilerinin gerçekten ustalıkla yönetilmesi; demokrat dünyanın terörist olarak gördüğü HAMAS yerine uluslararası camianın daha meşru gördüğü FKÖ liderinin TBMM’de muhatap alınmasının sağlanması; İsrail’in Lübnan’a saldırılarının uluslararası camiada İsrail aleyhine hava değişimi oluşmasına aktif katkı vermesi sanırım Sayın Fidan hanesine yazılması gereken önemli artılar.

Bunlar aslında tam da yeni sistemin bakanlar için biçtiği ve Cumhurbaşkanına politika hazırlamada altyapı sağlama ve istikamet belirlemeye katkı verme misyonu ile uyumlu performans örnekleri.

Gerek muhalefetle gereksiz siyasi polemiklere girmemesi, gerekse bakanlığını teknik uzmanlığa değer vererek ve siyasi kayırmacılığa fazla prim vermeyerek üst düzey idarecilik titizliğiyle yönetmeye çalışması da yine yeni sistemin gerektirdiği rol ile uyumlu.

Gerçi Türkiye’nin son dönemde demokrat Batı dünyasından ve AB perspektifinden uzaklaşıp, anti-demokrat veya demokrasiyi önemsemeyen Doğu ve Orta Doğu dünyası ile flörtleşme eğilimlerine set çekmede çaresiz kalıyor gibi.

Ama sanırım bu konu daha yukarılardan gelen inisiyatifle kendisini aşıyor.

Yine de bu konuda Türkiye’yi medeni ve demokrat dünya istikametinde tutmak için daha fazla çaba sarf etmesi beklenir.

Bu ülkenin geleceği açısından bence en büyük dış politika sınavı Türkiye’yi demokrasi ve hukuk devleti temelini esas alan Batı dünyası ekseninde tutabilmek ve AB adaylık sürecini tamamlama hedefinden sapmamak.

Sonuçta, Batı dünyasının laiklik dahil, demokrasi, hukuk ve insan hakları standartlarına uymayı ayak bağı gören siyasi iktidarların ülkeyi Batı’dan uzaklaştırmasına izin vermemek, bu ülkenin gelecek kuşaklarına karşı en önemli borcumuzdur.

Ali D. Ulusoy kimdir?

Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.

Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.

ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.

Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.

Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.

Yazarın Diğer Yazıları

CHP için uzlaşmalı tek ya da iki aday: Win-win

İlk turda isteyen Yavaş’a isteyen İmamoğlu’na oy versin. İkinci tura iktidar bloğu adayına karşı hangisi çıkarsa hep birlikte ona destek verirler ve kazanırlar. Olur da ikinci tura CHP’nin her iki adayı kalırsa da düğün bayram! Her halükârda CHP kazanmış olur

YÖK ve üniversitelerde neler değişmeli?

Erdoğan rejimi 12 Eylül’ün yarattığı otoriterleşmeyi o kadar beğeniyor ve benimsiyor ki, adeta “öpüp başına koyuyor.” Çözüm, öncelikle YÖK üyeleri, rektör ve dekan atamalarındaki otoriter zinciri kırmak. Bu zincir ise YÖK üyeleri, rektör ve dekan atamalarında demokratik katılımı sağlamakla kırılabilir

Türkleri görmezden gelerek Kürt sorunu çözülür mü?

Gerek Kürt sorununu çözmek adına olsun gerekse salt terör sorununu çözmek adına olsun, bu konuda resmi muhatap olarak terör örgütünün baş yöneticisi kabul edilirse, sonuçta terör kazanmış olmayacak mı?

"
"