1950’li yılların başları. Amerika’da McCarthyciliğin en yoğun günleri. Tüm ülkede komünistlere karşı amansız bir cadı avı yapılıyor. Bu kapsamda Kaliforniya Eyaleti Hükümeti tüm kamu görevlilerine ve bu arada üniversite hocalarına da komünizme karşı olduklarına dair bir devlete bağlılık yemin belgesi imzalamayı zorunlu tutuyor. Akademisyenlerin çoğu böyle bir belge imzalatılmasına karşı olsa da, ihraç edilme korkusundan kuzu kuzu imzalıyor. İmzalamayan akademisyen sayısı çok çok az. Parmakla sayılabilecek kadar. Bunlar da üniversiteden hemen atılıyor zaten. Metni imzalamayan akademisyenlerden biri hariç diğerleri, ideolojik olarak sosyalizme inananlar ve metnin içeriğini doğru bulmadıkları için yani inanmadıkları metne -dürüstlük adına- imza atmıyorlar.
Komünizm karşıtı yemin belgesini imzalamayı reddeden ve bu nedenle üniversiteden ihraç edilen bir akademisyenin durumu ise diğerlerinden çok farklı: Profesör Ernst Kantorowicz.
Profesör Ernst Kantorowicz
İşin ilginç tarafı, Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’deki bu profesör gerçekte sıkı bir komünizm karşıtı. Komünizmin yanlış ve sorunlu bir ideoloji olduğuna yürekten inanıyor. Hatta daha genç iken yaşadığı Almanya’da komünistlerle yaptığı bir sokak kavgasında yaralanmış bir eski anti-komünist militan. Zamanın en önde gelen ve belki de dünyanın o devirdeki bir numaralı Ortaçağ Tarihi uzmanı. Musevi kökeni nedeniyle bir süre önce Nazi rejiminden kaçarak Almanya’dan ABD’ye sığınmış. Berkeley’de tarih kürsüsünde daimi kadro almış.
Peki zaten hazır komünizm karşıtı olmasına rağmen ve üniversiteden atılma pahasına, bu profesör niçin komünizm karşıtı bu zorunlu tutulan bildiriyi imzalamayı reddetmiş?
Salt devletçe üniversite hocalarına böyle bir şeyin zorunlu tutulmasını yanlış bulduğu için. Üniversite hocalarının fikir özgürlüğüne ve akademik özerkliğe aykırı gördüğü için. Akademisyenlere böyle bir şeyin devletçe empoze edilmesine ilkesel bazda karşı olduğu için.
Kantorowicz’e göre üç meslek, kişisel bağımsızlık, sorumluluk ve hesap verebilirlik yönünden diğer mesleklerden ayrılır: Yargıçlık, din adamlığı ve üniversite hocalığı.
Bu üç meslek erbabının patronu yoktur. Kişisel bağımsızlıkları mutlaktır. Kendi vicdanları ve (inanıyorlarsa) Tanrı’dan başka hiç kimseye karşı manevi sorumlulukları bulunmaz. Bu nedenle cübbe giyerler. Bunlar aynı zamanda içinde bulundukları kurumun "çalışanı" değil, ta kendisidir. Yargıç, aslında o mahkemenin çalışanı değil, bizzat kendisidir. Rahip, kilisedir aslında. Üniversite hocası da üniversitenin bizzat kendisidir (Aktaran: H. Rosovski, Üniversite, Bir Dekan Anlatıyor, Tübitak yay., 20. Baskı, s.168-169).
O halde yargıç, din adamı ve profesör, kamu otoritesi karşısında el pençe divan durur, emir alır, boyun eğerse, mahkeme de mabet de üniversite de aynısını yapmış olur. Mahkemenin, ibadet yerinin ve üniversitenin bağımsız ve özerk olması için, kaçınılmaz biçimde yargıcın, din adamının ve akademisyenlerin de böyle olması gerekiyor. İşte Kantorowicz salt bu ilkesel duruş adına, aslında inanarak mücadele ettiği komünizmle aynı tarafta olma çelişkisine bile düşmüş. İnandığı ideoloji ile akademik özerklik ilkesi arasında tercih yapma durumunda kaldığında, akademinin özerkliği tarafını seçmeyi ilkesel bazda daha doğru bulmuş. Hem üniversiteden atılma hem de zulümden kaçıp kendisine kucak açan ülke yönetimine sırt çevirme yani aforoz edilme pahasına.
Gerçi sonradan sular durulunca başka bir üniversitede tekrar iş bulmuş ama yine de tabi tutulduğu muameleyi, göze aldığı riskleri aynı koşullardaki kaç kişi göze alabilirdi? Aynı koşullardaki kaçımız, "Amaaan ben mi kurtaracağım memleketi! Söyleme gelince mangalda kül bırakmayan nice solcular, muhalif görünenler, havalı üniversite ve özgürlükler savunucuları bile gözünü kapatıp imzalamışken, bana mı kaldı üniversite özerkliğini savunmak adına kendimi, geleceğimi yakmak! Çoluk çocuğu da bu nedenle mağdur etmek!" demezdik? Böyle bir imzayı atmayı içine sindiremememize rağmen, kaçımız şahsi konforunu veya aile ve çevre durumunu düşünerek, anında "sessiz çoğunluğa" karışıp, "araziye uyarak" sessizce imzayı basmazdık? Hey gidi Kantorowicz hoca! Nasıl bir cesaretle bunları göze alabildin? "Cahil cesareti" olmadığı bilimsel olarak kesin üstelik!
İşte Kantorowicz’in bu imrenilecek cesareti ile bayraklaşan mücadele, sonradan ABD’de daimi kadroya geçebilen ("tenure") profesörlerin, akademik özerkliğin bir gereği olarak, istekleri halinde zorunlu emeklilik yaşına kadar üniversitede kalabilmeleri yani atılamamaları kuralının kabul edilmesini sağlamış. Amerika’da başka hiçbir özel veya kamusal meslekte böyle bir iş güvencesi yoktur. Yani boşa gitmemiş bunca mücadele ve ilkeli davranma.
Bu arada, otoriter yönetimlerin başları sıkıştığı anda hemen "cadı avına" çıkmaları da ayrıca ilginç. Nedense böyle cadı avlarında ilk akla gelen avlanacak "cadılar", akademisyenler oluyor her yerde.
Neden acaba?
Ortaçağ’da cadılar aslında toplumun çoğunluğuna göre daha farklı, normalin ötesinde zekaları, becerileri ve özel yetenekleri olan ve bu özellikleri ile toplulukları etkileyebilen ve sonuçta otoriteye karşı alternatif oluşturabilme potansiyeli olan kişiliklerdi. Yöneticiler bunları toplum önünde ateşe atıp yakarak, sıradan insanlara aslında hiçbir şeyi sorgulamayıp sessiz çoğunlukta kalmaları ve otoriteye karşı gelmemeleri için gözdağı veriyordu. Aslında insanların "farklı" olmaması sağlanmaya çalışılıyordu. Çünkü cadılar "farklıydı". Toplum farklılardan oluşmasın, tekdüzelik ve sıradanlık hakim olsun isteniyordu. Topluluklardaki lümpen çoğunluğun, cadıların yakılmasını zevkle seyretmesi ise, belki de bilinçaltlarında, kendilerinin olamadığı "farklı"yı olmayı başaran birilerine karşı duyulan içgüdüsel nefretten beslenen bir tepkinin doyurulması ile oluşan hayvansal bir haz ile alakalı idi.
Günümüzün cadılarını sembolize eden ise akademisyenler. Ya da klasik bilim insanları düşünülerek idealize edilen ve düşünen, sorgulayan, araştıran, toplumu daha ileriye götürmeye yönelik yeni fikirler, buluşlar üreten, toplumun önünden giden tüm aydınlar. Otoriter yönetimlerin bu yeni cadıları, kamudan ihraçlar, soruşturmalar, hapse atmalar gibi yollarla "yakmaları" ise, hem sayıları fazla olmadığı için siyaseten risksiz; hem de toplumdaki ruhen lümpen çoğunluğun bilinçaltındaki vahşi yok etme güdülerini doyurmaya yaradığı için fonksiyonel. Ülkemizde 12 Eylül sonrasında Aydınlar Dilekçesini, 15 Temmuz sonrası Barış Bildirisini imzalayan "cadılar"ın başına gelenler malum.
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.