Darbe girişiminden 6 ay öncesinde imzalandığı için aslında darbe girişimi ile alakası olmayan ama ne hikmetse bu girişim sonrasındaki OHAL süreçlerine dahil edilerek ve OHAL KHK'lerine eklenerek kamudan ihraç edilmiş olan Barış Bildirisi imzacıları hakkında OHAL İnceleme Komisyonu kararları gelmeye devam ediyor.
Bildirinin içeriği ise Güneydoğu Anadolu'da PKK ile mücadele kapsamında o dönemdeki güvenlik kuvvetlerinin özellikle kent merkezlerindeki (Sur ve Cizre gibi) operasyonlarının ölçüsüz ve antidemokratik bulunarak eleştirilmesi.
Bu bildiriyi imzalayan akademisyenlerden çoğu üniversiteden veya kamu görevlerinden ihraç edildi. Bir kısmı ayrıca ceza mahkemelerinde yargılandı, bazıları mahkûm edildi. Bir kısmının başına ise bir şey gelmedi. İhraç da edilmediler, ceza soruşturmasına da muhatap olmadılar. Hatta hükümet tarafından AİHM'e yargıç adayı gösterilen bile oldu.
Bildiğim kadarıyla bu bildiriyi imzalamaları nedeniyle ihraç edilen akademisyenlerin tamamının itirazları Komisyon tarafından kes-yapıştır aynı gerekçeyle reddediliyor.
Ret gerekçesi ise bu bildiriyi imzalayanların bu bildiri ile ayrılıkçı terör örgütüne destek vermiş oldukları ve bu nedenle kamudan ihraç edilmiş olmalarında sorun görülmemesi.
Hatta en son geçen gün, bu bildiriyi imzalayanlar arasında bulunan ve halen CHP Milletvekili olan Anayasa Hukuku profesörü Sayın İbrahim Kaboğlu'nun başvurusunun reddedildiği haberi kamuoyuna açıklandı.
Profesör Kaboğlu açısından işin ayrıca enteresan tarafı kendisinin halen parlamentoda milletvekili olarak görev yapması.
Yani devletimiz kendisine, "devletin en üst makamında millet adına kanun yapan yasama organı üyesi olmanda sakınca görmüyorum, ama sıradan bir kamu görevlisi olmanda sakınca görüyorum!" demiş oluyor.
Salt bu sembolik örnek bile aslında komisyonun performansının ne kadar sorunlu olduğunu ve meşruiyetinin tartışmaya açık olduğunu kanıtlıyor.
Bu sonuca varmamızın diğer bir kanıtı da, diğer KHK'lıların büyük çoğunluğunun başvurusunu daha öncesinde ve daha hızlı biçimde sonuçlandırmasına karşın, Barış Bildirisi imzacılarının hiçbirinin başvurusunu sonuçlandırmayıp sona bırakması ve bunlar hakkında 5 yıldır karar vermemesi.
Reddedilmenin bile lütuf olması
Komisyonun başvuruda karar vermeyip sürüncemede bırakmasının çok ağır hukuksal sonuçları var. Çünkü olumsuz da olsa karar vermediği sürece ihraç işlemi hakkında yargısal yollara (idari yargıya) başvuru olanağı yok. İdari yargıya başvurmadan da Anayasa mahkemesine (AYM) bireysel başvuru ve AİHM'e başvurmak mümkün değil.
Yani başvurunuza komisyondan ret kararı almak bile bir tür lütuf!
Komisyona başvuruya zımni ret süresi (60/30 gün) içinde yanıt verilmezse ret sayılacağına dair genel kuralın uygulanmayacağı yönünde özel hüküm konulduğundan, yargısal yönden hak arama özgürlüğünüzü kullanmaya başlayabilmeniz bile aşırı biçimde zora sokulmuş.
Şimdi bu imzacı arkadaşlar tam 5 yıl "sivil ölü" konumunda boşuna bekledikten sonra, kendilerine lütfedilen ret kararı üzerine nihayet idari yargıda dava açabilecekler.
Davalarına önce idare mahkemesi bakacak. İdare mahkemesi kararı olumsuz olursa (ki normal süreç 1-2 yıl), kararı istinafa (bölge idare mahkemesi) götürebilecekler (normal süreç 1-2 yıl). İstinaftan da sonuç alamazlarsa Danıştay'a temyize götürebilecekler (normal süreç 3-4 yıl). Danıştay'dan da sonuç çıkmazsa AYM'ye bireysel başvuruya gidebilecekler (normal süreç 3-4 yıl, kabul edilemezlik verilirse biraz daha kısa). Ondan da sonuç alınamazsa son çare AİHM'e gitmek (öne almazsa normal süreç 5-6 yıl).
Bu arada komisyonun verdiği kararlara karşı husumetin komisyona veya bağlı olduğu cumhurbaşkanlığına değil, kişinin en son görev yaptığı idareye yöneltilmesinin öngörülmesi de ayrı bir anomali. Yargılama usulünün temeline aykırı. Bir idari kurum kendi yapmadığı bir işlemi niçin savunmak zorunda kalsın?
Yani Komisyon, başvuruyu reddettiğinde zaten normalde 10 yıl civarında sürebilecek yargısal süreci daha da uzatacak olan bir yaklaşımla, daha baştan bir 5 yıl bekleterek sürecin çok daha uzamasına ve bu insanların mağduriyetlerinin daha da katlanmasına sebebiyet vermiş oldu.
Madem toptan reddedecektiniz niçin bu insanları 5 yıl boşuna beklettiniz?
Eğer bunlar hakkında daha üst makamlardan karar verilmesini beklediyseniz, kararlarınızı siyasi ve idari yönden etki altında olmadan, objektif ve tarafsız biçimde verdiğinize kimi inandırabilirsiniz?
Eğer başvuruları sıraya koyup sırayla karar veriyorsanız bu insanların hiçbirine 5 yıl boyunca sıra gelmemiş olması enteresan bir tesadüf olmaz mı?
Ret kararı teknik yönden doğru mu?
Komisyonun Barış İmzacıları hakkındaki toptan ret kararının içeriği ise ayrıca sorunlu.
AYM Genel Kurulu iki yıl önce verdiği kararında Barış Bildirisi'nin içeriğine katılıp katılmamanın ayrı bir konu olduğunu; ancak bu bildiriyi imzalamanın Anayasa ve AİHS ile güvenceye alınmış ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu ve bu Bildiriye imza atmanın suç teşkil edemeyeceğine karar verdi.
Bu noktada teknik olarak şunu ifade etmek gerekir:
Aynı fiil hem adli soruşturma hem de idari (disiplin) soruşturmaya konu edilmişse, her iki süreç kural olarak birbirinden bağımsızdır. Bu itibarla aynı fiile ilişkin olarak adli yargı ceza verilmesine gerek görmeyebilir; ama idari soruşturmada disiplin cezası verilebilir (veya tersi). Çünkü adli suçlarda korunan hukuki değer (toplum düzeni) ile disiplin suçlarında korunan hukuki değer (kurum içi düzen) farklıdır. Aynı şekilde adli cezalardaki delil değerlendirmeleri ile idari yaptırımlardaki delil değerlendirmeleri aynı standartları taşımayabilir.
Buna karşın, adli yargının ya da yargı merciinin soruşturmaya konu edilen fiile ilişkin objektif nitelikteki kesin değerlendirmesi idari soruşturma açısından idari makamı bağlar. Örneğin yargı mercii o fiili o kişinin işlemediğine karar vermişse bu karar idari makamı da bağlar.
Bu bağlamda AYM'nin Barış Bildirisi'ni imzalama hakkındaki, bu fiilin anayasal ifade özgürlüğü kapsamına girdiğine dair objektif kesin değerlendirmesi tüm adli merciler için bağlayıcı olduğu gibi, aynı zamanda OHAL Komisyonu gibi tüm idari makamlar açısından da "kesin delil' niteliğindedir.
Ne var ki barış imzacıları hakkında verdiği kararlarda komisyonun ülkenin en yüksek yargı merciinin bu objektif kesin değerlendirmesini dikkate almaması ve hatta bu AYM kararını adeta yok sayması hukuki açıdan çok ciddi ve ağır bir hatadır.
Son olarak şunu ifade etmek isterim ki OHAL Komisyonu üyeleri gibi, bu konularda yetkili kılınmış idari veya yargısal konumlarda bulunanlar için ilgili kanunlara konulmuş olan "hukuki, mali, cezai ve idari sorumluluklarına gidilemeyeceğine " dair hükümlere ben olsam fazla güvenmezdim.
Zira AYM, kamu görevlileri hakkında "hukuki ve mali sorumluluklarına gidilemeyeceğine" dair kanun hükümlerinin açıkça Anayasaya aykırı olduğuna hükmetti (K.2021/38). Çünkü kişilere verilen maddi veya manevi zararlardan ötürü idarenin ödemek zorunda kalacağı tazminatın ilgili kamu görevlilerine rücu edilmesinin açık anayasal zorunluluk olduğunu belirtti.
Diğer yandan, bu tür kanunlarda kamu görevlileri için "idari ve cezai sorumluluk" bağışıklığı öngören kuralların ancak bu kanunlar öncesindeki tamamlanmış fiiller için "genel af" niteliği taşıyabileceğine hükmetti. Yani af durumu bu kanunlar çıktıktan sonraki fiilleri kapsayamaz.
Kaldı ki ileride gün olup devran döndüğünde bu tür yasal kurallardaki cezai ve idari sorumluluk bağışıklığının, ancak hukuka uygun ve suç teşkil etmeyecek nitelikteki fiiller için geçerli olacağı şeklinde yorumlanması da pekala mümkün. Görevi kötüye kullanma suçunun oluşma şartı, haksız bir uygulama ile kişilere ya da kamuya zarar verilmiş olması.
O halde, yazın yenilen hurmaların kışın başka aktivitelere geçmemesi adına, kimseye mevcut siyasi konjonktüre bel bağlayarak hukuk ve vicdan sınırları dışına çıkmasını tavsiye etmem.